Düşünce ve Kuram Dergisi

Uygarlık Krizine Yazıdan Bakmak

Hayri K. Yetik

Kavramları Sorunlu Hale Getiren Bir Süreç

 

Freud, “Şu uğursuz uygarlık, insanların iki ayak üzerinde durmasıyla başlamıştır,”[1] dese; kimileri ateşin keşfine, kimileri tekerleğin icadına bağlasa da; bakışımlı gelişme seyri içindelikleri göz önüne alınarak, tarihi yazıyla başlatan önermeye de onlarınki kadar kanıt bulunabilir. Lascaux’daki ilk resimler, Göbekli Tepe kabartmalarındaki kimi şekilleri yazının öncülleri sayacak olursak eğer, yazıyı da yazıyla başlattığımız tarihi de on, on beş bin yıl daha eskiye götürebiliriz. Bunlara şu önermeyi de ekleyebiliriz: Uygarlığımız; özellikle logos, kelâm ya da retorik örüntüsü “okuryazarlık”[2] marifetiyle gerçekleşmiştir.

Yan anlamlarından ve yaygın kullanımlarından biri adab-ı muaşeret kuralları olmasına karşın en temelde sosyo-ekonomik gelişmişlik ortasındaki bilimsel teknolojik ilerlemeyi akla getirir uygarlık. Bundan sonrasında kavramın kendisi gibi kullanımları da sorunludur. Sözgelimi, Urartu uygarlığı, Frig uygarlığı, Lidya uygarlığı, hem zaman hem de coğrafya yaygınlığı ve tarihsel bakımdan oldukça sınırlı bir içerim gösterir. Mezopotamya uygarlığı da arkaik bir admış gibi anlaşılır; ama Sümer veya Mısır uygarlığı dediğimizde bilinemez öncesini de kapsayan bir genişlik kazanır. Çin uygarlığı da öyle. Bu bağlamda İslam[3] ve Batı uygarlığı dediğimizdeyse kastettiğimizin kapsamları zaman denksizliklerine karşın hem birbirinin eşiti hem de karşıtı, dolayısıyla eşzamanlıymışlar gibi bir izlenim verir.

“Sözlü kültür” ve “yazılı kültür”ün[4] buradaki bağlamlarında bütün zamanları kapsamakla kalmayıp gezegensel boyutlarda “insan kültürü”ne ve insanlaşmaya ait bir üst kümeyi gösterdiğini, yazılı kültürün aynı biçimde yazıyla birlikte ortaya çıkan “okuryazarlık” altyapısını ve bildik tarihsel süreci kapsadığını da belirtmeliyim.

Çok anlamlılıklarından kaynaklanan sorunlu kavramlar oluşları dolayısıyla kültürü de uygarlığı da yukardaki kullanımlarından daha geniş bir anlamda kullanarak zamanı kapsayacak biçimde fotoğrafı büyütüp bildik tarihin “insan kültürü” kavramı gibi “yazı uygarlığı” tarihi olduğunu söylemeliyim.

‘Başka bir kültür veya başka bir uygarlık mı vardı ki bu vurguya gereksinme duyuyorsun?’ diye sorulabileceğini düşünerek, insanla bildik insanı; yani, doğadaki herhangi bir canlı olarak insanı değil, kendini yaratmış kültürel insanı kastettiğimi, sözlü kültür ile yazılı kültür arasındaki başkalaşım gibi bu insanla doğal insan arasında başkalık olduğuna ilişkin şu önermeye yaslandığımı anlatmaya çalışacağım: Sözlü kültür ile yazılı kültür farklılığı gibi doğal insan (sözlü kültür insanı) ile yazı insanı (homo-faber veya homo-semioticus, okuryazar) arasında, bugün, kendi alanında yaşadığı kırılmayla orta direklerinden biri olduğu uygarlığın krizine katılan evrensel bir farklılaşma var. Anlaşılmasını kolaylaştıracağını umarak şu küçük notu da eklemeliyim: Krizin ya da uyuşmazlığın sürekliliğinden söz edilebilir. Sözlü kültür ve okuryazarlık olarak yazı kültürü görece alt küme olarak iki cephesidir uygarlığın. Uygarlık da buna göre bakışımlı etkileşim içinde oldukları yazıyla başlayan ve tıpkı yazı gibi bir farmakon[5] olarak iyiliği ve kötülüğüyle uygarlıktır.

 

Pharmakon Olarak Yazı ve Uygarlık

Bellek olarak yazı, bilginin görsel muhafazası, arşiv, kanıt ve tanıktır. Assmann’ın[6] terimiyle “kültürel bellek”tir. Soğuk anımsamanın mekânıdır. Sözlü kültüre ait olansa iletişimsel bellektir ve Assmann’ın dediği gibi “sıcak anımsama olarak anında tüketilir ve eğer bir söz alıp verme durumu söz konusuysa karşılıklı güven esastır.” Bu demektir ki sözlü kültür insanı karşısındakine güven duyan/güven veren bir ahlâka sahiptir. Âmiyane üsluptur.

Bu saptama, yazının uygarlık yaratıcı niteliğini bilgi taşıyıcı işlevine indirgemek olmadığı gibi yazının gündelik alış verişlerde veya arazi ölçümlerinde gereksinimi duyulan aritmetikten doğduğuna -yazıya dönüşmüşlüğü ayrı bir konu- işaret etmektedir. Bilim ve teknolojinin en kilit problemlerinin çözüm araçları olmaları bakımından rakamların uygarlığın ilerlemesinde yazıdan daha ayrıcalıklı bir yerde durduğu ise açıktır.

Harf ve rakamların farklılaşan işlevlerini, Heidegger’in hesapçı ve matematiksel kapitalizmin/teknolojinin insanı çıkmaza sürüklediği tezine göre değerlendirecek olursak, bir zemin üzerine soyut biçimler olarak çizilen imlerle başlayan yabancılaşmada/doğanın dizginlenmesinde hangisinin masum olduğunu ayırt etmek olanaksız. Ancak teknolojinin olumsuz kullanımına ilişkin söz konusu ge-stell[7] serüveninde başı rakamların çekegeldiği[8] de ortada.

Yine de belirtmek gerekirse; “buyruk” denebilecek yargı ve kesinleme demek olan rakamların konuştuğu yerde, yoruma ve esnekliğe yer yoktur. Günümüzün algı denetimi ve rıza üretiminin büyük ölçüde anketler, kamuoyu yoklamaları ve istatistiklerle sağlandığı gerçeğine bakarak, bu göstergelerle ifade edilebileceklerin ön-kabulleri daha baştan belirlemesinin söz konusu olduğu bir gerçektir. Hatta bu konuda ortak bilinçaltımızdan, koşullanmışlığımızdan da söz edilebilir.

“Duyguların sismografı” dense de tarihin seyri yazının sorumluluğunun hep daha çok olduğunu gösterir. Bu nedenle de tek tek sınırlı görsel anlamlarıyla uygarlığı yaratmış olamayacaklarına, sözellik katında bir dile dönüştüklerinde işlevsel olduklarına bakarak retorik ve poetika boyutuyla ve de bellek olarak değerlendirmek/sorgulamak ufuk açıcı olabilir.

Sözellik/söz/cümle/sözce/sözcelem/paragraf/metin vd. her neyse yazıdan önce de var olduğu hâlde sözlü kültüre uygarlıktan pay düşürülmez nedense. Oysa bilgi, sözlü kültürle de taşınmıştır. Sözgelimi teknik bilginin modern zamanlara dek usta-çırak ilişkisiyle aktarımı geleneği. Hatta Tevrat, İncil, Avesta ve Kuran’ın sözlü kültür içinde doğdukları, ilk üçünün yüzyıllarca sözlü kültür olarak korundukları, yazıya geçirildikten sonra bile bir kanaldan sözlü geleneğin korunduğu, hatta bu kanalın günümüze dek sürdüğü ortada. Ancak sorunun kaynağı bilginin aktarılması ya da dolaşımı değil, bilginin kullanım biçimi, egemen akla göre araçsallaştırılması ve bunun amacıdır. Bunun için de dilin ve bilginin retoriğe dönüşmesinden önce yazı kültürü insanıyla sözlü kültür insanının farkı açıklanmalıdır.

Öncelikle yazının arşiv ve kanıt sağlayıcı, sözünse bunun yerine güvene dayalı oluşunu nirengi noktası tutarak bu farkı açıklamaya başlamak gerekir. Saussure’ün önermesi doğrultusunda göstergelerin toplum yaşamı içindeki yaşamı incelendiğinde Türkçedeki ironik adlandırmasıyla “mektepli” denen “okur-yazarlık” statüsünün geliştirdiği görülebilir. Ötekilerine de Malinowski’nin “ilkeller’in basitlik ve kabalığına dayalı” geleneksel “yabanıl”, imgesine[9] göre biçimlenmiş “hâlâ gereksinim ve içgüdülerinin tutsağı olmaktan kurtulamamış” yüklemine rağmen “alaylı” denmiş olması muhtemeldir.

Ancak bu okuryazarlığın bakışı ve görüşü olur. Onların cephesinden bakıldığında ise okuryazar “yabandır”[10] çoğu zaman. Gerçekten de sözlü kültür insanı, çevresiyle samimi, bütünlüklü, somut, dokunmatik, organik denebilecek bir ilişki algısına sahiptir. Resmin, özellikle de yazının nesnelerle arasındaki mesafeye, bir başka deyişle, “anlamı sesten soyutlayan fonetik alfabenin ve sesi görsel bir koda çeviren”[11] gösteren ile gösterilen arasındaki mesafeye dair deneyime arayı kapatacak bir beceriye de sahip değildir. Aynı nedenle görsel algılama ya da geometri eğitimi almış biri gibi üç boyutlu yanılsamayı da kavrayamaz.

“Yazı olmayabilir miydi ya da olmasa da olur muydu?” gibi sonuçsuz bir söz edimine kalkışmak değil, ama uygarlık dediğimiz binlerce yıllık serüvenin zemini olarak yazı teknolojisinin kendisi, özellikle de “fonetik alfabe göz ile kulak arasında semantik anlam ile görsel kod arasında bir kopukluk yaratırken”[12] kulağın önüne gözü çıkarmakla, onu, sözüm ona, “ilkellik” ve “yabanıllık”tan alıp “uygarlık” uğrunda işitsel ağın dışına taşımak söz konusudur.

Buralardan başlayarak günümüze uzanan süreçte sözlü kültür insanı ile yazılı kültür insanı arasındaki farklılaşma bir sorunsal durumunu alır. Yani örtük biçimde sözün gücünü, dolayısıyla bilgiyi ele geçirmiş olanlar “okuryazarlık” denilen yapılanmayla egemenliğini önce okuryazarlarının sonra da yöneteceklerinin ruhuna dek yerleştirir.

Diyebiliriz ki; poetika dışında dilbilim, dil felsefesi, hitabet, söylev, retorik, belagat, yapısalcılık, eleştiri, yapı-sökümü vb. alandaki emek, yazının bu işlevini inşa veya yapı-sökümüne odaklanır.

Mühendisliğin ve düşüncenin yazısız da olabileceği, dünyayla kendileri olarak etkileşim içindeliklerini yadsımadan söyleyelim: Yazı çoğu zaman onları da içine alan bilgi ve bilim alanlarının olmazsa olmaz aracıdır. Çünkü yazı da teknolojidir; insanın organlarının uzantısı sayılan öteki “teknolojileri” gibi, beyninin ve elinin uzantısıdır. Bu, kültürel varlığın her alanında olduğu gibi egemenlik aracına dönüştürülmesi, yönetilen yöneten ayrışmasına dek götürülebilir.

 

İnsanın Teknoloji Canavarıyla Sınavı

Gücün iktidar, iktidarın sistematik hâle gelişi ile beraber, kralın süvarileri ve piyadeleri öteki sözleri tıpkı düşman askerleri gibi dağların gerisine kovalarken, kendilerine ait sözlerin her biri ise mızraklı muhafız alayı olarak tahtını korur. Eristik oyunlarıyla ve Tanrı-kral çağlarından kalma bir yanılsama içinde okuryazarlık, ihtişamının kaynağı ve başının halesi olur.

Ortadoğu/İbrahimî kozmogonisine dayalı “yerleşik takiyye” dediğimiz bu okuryazarlık, eşdeyişle bu taht, o sözlerin eseridir; Levh-i Mahfuz, Safir Kitap, Suhuf, Kelam-ı Kadim, Kitab-ı Mukaddes de denir veya Tanrı Kitabı da. Bir süredir, onların ve türümlerinin vaaz ettiklerine “dinsel büyük anlatı” denmekte.

Parantez açmışken şunu da söylemeliyim: “İnsan konuşan bir Kuran, Kuran suskun bir insan” savsözü de, doğanın Tanrının kitabı olduğu önermesi de yazıya atfedilen mecazi bir iltifattan çok yazının gücüne göndermedir. Ama herhangi bir yazı değil de Eagleton’un deyimiyle “iğdiş edici”[13] Kuran’ın i’câzıdır, benzerlerinin üstüne veya önüne konması olasılığına karşı önlem, daha açık söylemek gerekirse itaat için ve buyurganlığının gereği olarak…

Buna muhalefetten doğmuş açık bir kitap gibi tasarımlanan doğada içkin vahyi okumak, sözlü ve görgül akımlar için gönderge olurken, heterodoksinin de yönsemesini gösterdiğini imleyerek konumuza dönecek olursak, vahy’in yazılı veya sesli olduğuna dair herhangi bir sav/ anlatı bulunmadığı, anlam, hatta içe doğma biçiminde indiği/indirildiği söylense de kitap olarak anılıyor olması i’câz/kanon olarak aşkınlaştırılmasındandır. Bu, bağlılarını sürekli bu sanal tapınak içinde tutmak içindir.

Gerçeğine gelince şiş, kamış-çelik-tüy kalem, taş, kil tablet, ceylan derisi üzerindeki ikonlardan kağıt öncesi papirüs, parşömen vb. yazılmış sayfaların rulo halinden kodekse, basılı sayfaya geçiş sürecinde kendisi de yazıcısı da büyülü, kutsal ve saygın addedilmiştir.

Bu saygınlık ve büyü etkisi öyle böyle bir gizem değil. Yazıcısı da inandığı veya gördüğü saygınlığı hak etmek için -fantastik gelse veya efsane olsa da- mesajı dolayısıyla örneklemek istiyorum: Nakşederken bakışı kayıp da eli şaşmasın diye gözlerine mil çektiren nakkaşlar[14] kadar işine sadıktır. Kutsal sözün alıcısı gibi de mütmain.

Bu tasarım ve zihniyet “Tanrı öldürülünce” -yani matbaanın açtığı yolda modernite onun yerine tipografik insanı ve aklı, “büyük dinsel anlatı”nın yerine “ulusal anlatı”yı ikame edince- kilisenin yerine de burjuvazi oturur ve Tanrının yasaları yerine de yurttaş hakları. Ümmet yerine de millet/ulus. Muhafız alayı artık bu cemaat tasarımının koruyucusudur. Dinsel mitlerin yerine de ulusal mitler üretilip konur. Yeni “hayali toplumlar”[15] icadı böyle, yazı ve anlatıdaki değişimle başlar.

Modernite dediğimiz kültürün temelleri böylelikle atılınca efsanevi kahramanları, din ulularını, kralları, prensleri anlatan şövalye öykülerinin, arkaik anlatıların, trajedilerin yerini burjuva yaşam biçimine sahip bireyin romanları alır. Felsefe, başta her şeyin merkezi insan ve akıl, sanat, bilim, din, felsefe ve tekniği içeren halkların ve dünyanın kılavuzu ide’ye ve olup bitenin güdüleyicisi, olayları belirleyen yasa geist(tin) tasavvuruna bağlı yeni izlekler döşer, sosyoloji ve psikoloji ve daha birçok bilim dalı yaşamın her alanını kuşatacak, yeni söylemi ve yaşam biçimini kuracak biçimde bilgi ve teknoloji üretir.

Fıkıh, kelâm, hadis, belagat, bediat, tefsir, siyer vb İslamî ilimler denilen yazı birikimine rağmen sözlü kültüre bağlılığıyla da direnç göstermektedir yazı kültüründen ibaret bildiğimiz moderniteye. Bu direnç bugün İslamî okuryazarlık kadar olmasa da Ortadoğu’daki çatışmaların, nedenlerinden biri. Ancak uygarlık krizi Ortadoğu sorunundan daha büyüktür ve artık ortak bilinçaltı durumuna gelmiş yazının sonuna yaklaştığımızın -“okuryazarlık” alışkanlığımız değiştiği için- farkında ve denebilir ki bunun sezgisinin gerilimiyle ilişkilidir.

Bir başka söyleyişle sorumlusu tüketimci kapitalizm kadar “Gutenberg Galaksisi’nden[16] çıkmakta oluşumuz, bunalımı derinleştiren asıl neden ve bunun sonuçları olacak. Nietzsche’nin “Benden sonraki yüzyılda büyük krizler yaşanacak, büyük savaşlar,” kehanetine ondan daha yakınız bugün. Kaldı ki toplumsal düzeyde bunun öngörülemeyeceğini söylemek hem toplumun bireylerinden oluştuğunu göz ardı etmek hem de söz konusu olgunun andığımız krizlerin mesajlarını duymazdan gelmek ve içten içe işleyişini görememekten kaynaklanabilir ancak. Oysa imrenmenin yerini alan saldırganlık ve şiddet artışı ve onların yerini alan değer ve güven yitimi kaygısından da belli bu.

Bu uğurda İslam adına yola koyulmuş olanlar, olup bitenleri uygarlık farklılığına dayandırmakta, dolayısıyla uygarlığı mesele edinmiş, temsil ediyormuş havasındadır. Elinden alınmış Tanrısını/kozmogonisini, uygarlığının ilerisine düşmüş ve üstüne çıkmış moderniteyle hesaplaşmayı da gündemleştirmeye çalışmaktadır çünkü. Bildik kapitalizme çarpıp geri çekilirken “post-insan”[17] “ben-odaklı postmodern karakterler”[18] “duygu ötesi toplum”[19], “tekno-toplum”[20] “insanın metaztazı”[21] gibi fütürist Tofflerlerin ya da Fukuyama’nın “tarihin sonu”[22] tezlerine ilişkin kulaklarına su kaçmış olabilir; ne var ki Kuran’a bağımlı “alıntıya tutuklu” hayatları giderek bir tür otizme gömüldüğü için Selefi geleneğin cazibesinden kendilerini alabilmeleri, dünyanın gerçeklerini, dolayısıyla krize bir de yazının yazgısından bakabilmeleri, bu nedeni görebilmeleri, tedavisi şöyle dursun septomlarını anlayabilmeleri mümkün değil. Köken/kanon/i’caz izin vermez. Verili dünyanın ürünü kimlikler, dünyanın gerçeğini görmektense fanatizmi tercih ederler; varlık koşullarıdır bu. Gerçeğe yöneltecek de-facto bir durum ortaya çıksa bile Assmann’ın deyimiyle “geçmişin yeniden üretimi” ve “tarihin değişmez bir süreklilik”[23] hâli “babanın ezeli iktidarı” diyebileceğimiz köken takıntısı ve “İslami okuryazarlık/ yerleşik takiyye”nin ağlarından kurtulamazlar.

Gelinen ve olası gelecekteki boyutlarından kaygıya kapılan insanın dinsel göndergelerle kendini yeniden günahkâr hissetmesi, vicdan azabı veya suçluluk duygusu dolayısıyla huzursuz olması ve elbet de tam da Freud’un saptadığı gibi “bilinçdışı bir suçluluk duygusu”[24] uygarlık krizi nedenleri arasındadır zaten.

Ortadoğu’nun yüzyıllara dayanan, başka dinleri, idealist felsefeleri de kapsayan deneyimi ile birlikte İbrahimî belleğin bu vb. sorumluluğuna, genel anlamda dünyayı açıklamak ve kavramaktaki yetersizliğine karşın, “aşkın tanrı” önermelerini elimine eden modern paradigmaların etkisini yitirmesi üzerine durumdan vazife çıkarırcasına sahnede rol kapmış olmasına bakıp emperyalistlerce kullanılmışlığını kulak arkası ederek denize düşen yılana sarılır misali maneviyata/tinselliğine sarılıyor olabilir insanlar; ama, logosu/kelâmı tapım nesnesi kılmaktan da beteri skolastiğe dönmek olmasa bile Don Kişot’luktan öteye gidemez.

Tofflerlerin deyimindeki tarihin muazzam kabarması veya üçüncü dalga ekonomisi tahayyülü yanında devede kulak kalır. Hatta ilişkilendirmek bile güncelliğini yitirince görülecek Paranoid bir yorumdur. Krizin acısını yatıştırır diye gerçeğe gözlerini kapatıp yetinilse bile bedeli ağırdır; tedaviyi ertelemek olur bu, fizyolojik yıkıma varır.

Uzun sözün kısası bu kriz için, hazcı ve bencil içgüdülerinin sırtında “insanın kendi yarattığı teknoloji canavarıyla sınavıdır” denmesi, zorunlu bir sonuca yöneltmeyen dil edimi veya vahiyat sanılabilir. Ama “sözün düşüşü”yle[25] başlayan süreç her gün biraz daha yaklaştırıyor içinde bulunduğumuz gemiyi doğanın ve insanın başkalaşım burgacına. Öyle görünüyor ki bildik yazı hiyeroglif türümü bir yazıya, o da yerini hareketli görüntüye bırakacaktır. Yazının uzamından ve işlevinden ayrı düşünemeyeceğimiz nano-piko teknolojilerinin olanaklı kıldığı bunun yanında bioteknolojiyle insan başkalaşmış olacaktır. Tofflerlerin “uygarlığın bizim için yazmakta olduğu”nu savladığı anlamda “standartlaşmanın, senkronikleşmenin, merkezileşmenin, paranın ve gücün ötesine doğru yeni davranış kodları”[26] görünmüyor. Ayrıca sözünü ettikleri “devrim” ya da “global sıçramaya” gelince o, ge-stell’i çok çok aşan ekolojik felaketin sonucu teknotoplum ve post-insanı, Baudrillard’ın sözünü ettiği insanın metastazına benziyor. Görünen o ki bioiktidarın[27] mutlak egemenliğinde mutantlar[28] hibritler[29] avatarlar[30] biorobotlar[31] robotlar alacak yerini insanın.

İslam Metodolojisinin Sözlü Kültür Göndergesi

Psikolojik varlığı insanın nasıl canlı örgenselliğinin ürünüyse, tinsel varlığı da öyledir toplumun. Bu anlamda, şöyle bir tahayyülde bulunabiliriz: Din, felsefe, ahlak, sosyo-ekonomi, politika, yönetişim, ekoloji vb görüngü alanlarının/varlık ulamlarının dünya içindeliği yatay ve dikey olarak birbirini kesen diskler hâlindedir. Bunların ortak paydası bir hakikat fikri, o da anlamlar dünyası tasarımına yol açar. Dolayısıyla her uygarlık bir hakikat varsayımına dayanır ve bir akla.

Amin Malouf’un Çivisi Çıkmış Dünya[32] kitabındaki tasavvurunu da gönderge alıp yerleşik takiyye ve modernite denen kurmacaların aklının karışmışlığından yola koyulursak şuraya varırız: Bu karışıklık 2008 ve 2011’deki para ve iktisadi krizleriyle[33] biraz daha derinleşmiştir kuşkusuz; ama, asıl mesele bir uygarlık krizi olarak anlamlar dünyasının yerinden edilmesidir. Bu dünyaya baktığımızda rotasından çıkmış gibi hakikat ve ütopya yoksunluğu içinde görünüyor insanlık. Bakıp kendine çeki düzen vereceği hakikat gibi ne bir aynası insanın ne de uğru var.

İnsanı, uğrunun açıklığına inandıracak, göstergeler ve kavramlar da yok; uygarlık, demokrasi, modernite, ulus terimleri dalgalarla baş başa kalmış eski bir taka gibi. Bulunulan yerse hayatın iktidar kazanımı haline geldiği, küçük insanın iki boyutlu uzamı, başka bir açıdan panoptikon. Daha açığı model alınan Avrupa kendi derdine düşmüş; demokratik katılım, siyasal partiler, uluslararası hukuktan geçmiş ulus-devlet ve egemenlik sorunlarını aşmaya çalışıyor, değer bunalımı içinde.

Yaklaşan felaketi, ayak seslerinden, değer yitimi yakınmalarından anlamak mümkün. Habercilerinden bir kanal ABD yapımı yeni kuşak felaket filmleri, bir diğer kanalın iki kolundan biri George Orwell’in 1984, diğeri Ray Braudbury’nin Fahrenheit 451 romanları. Birincisi artık panoptikon[34] biçimine evrilmekte olan mutlak iktidara, diğeri basılı kağıdın, dolayısıyla okuryazarlığın sonunun geleceğine işarette bulunuyor.

Nietzsche’ye eklemlenebilecek öngörüsü doğrultusunda Freud, “uygarlığın önündeki en büyük engelin insanların bünyelerindeki birbirlerine karşı saldırganlık eğiliminin nasıl ortadan kaldırılabileceğidir”[35] der. Devam eder, “insan türünün kaderini belirleyecek olan soru, uygarlığın gelişiminin birlikte yaşamın, insanların saldırganlık ve öz-yıkım dürtüleri tarafından bozulmasına hakim olmayı başarıp başaramayacağı ve bu hakimiyetin ne ölçüde gerçekleşeceğidir.”[36] Bu ölçütüne vurursak, olasılıklarından “son insana varması” öngörüsü bugün daha ilerde ve bu durum “insanları doğadan korumak ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemek gibi iki amacı”[37] doğrultusunda gördüğü, “İnsan nerdeyse bir tür protezli Tanrı hâline gelmiştir. Gelecek çağlarda uygarlığın bu alanında düşünülmeyecek kadar büyük ilerlemeler getirecek Tanrıya benzerlik daha da artacaktır,” demekle de kalmayıp uyarıda bulunur: “Ama incelemelerimizin gerekleri açısından günümüz insanının Tanrıya benzemesinin kendisine mutluluk getirmediğini unutmamamız

gerekiyor.”[38]

Dahası Freud, sevginin uygarlığa karşıtlığını, uygarlığın da sevgiyi ve özgürlüğü kısıtladığını, “insanın mutluluk olanağının bir bölümünü bir parça güvenlik ile takas ettiği”ni[39] söylemiş olsa da, teknolojinin bugün ve olası gelecekteki boyutlarını kestiremediğini varsayarak, Baudrillard’ın “takasın imkansızlığı” düşüncesini onun düzeltisi sayabiliriz.

 

Kültüralizm ve Uygarlık

Uygarlığımızın kalbi burası; ama, şimdi başının ağrıdığı sanılıyor. Krizin kaynağına değil semptomlarına bakıp teşhiste bulunuluyor, çözüm aranıyor. Büsbütün yersiz olduğu söylenemez bunun, temel çelişkinin önüne geçen ikincil çelişki baş çelişki olarak acil servis hizmetini gerektirirken ilk yardım yapılıyor. Ortadoğu’nun coğrafyasında kan ve şiddet sarmalında bunların tartışılması erteleniyor.

Dünya düzeyinde yaşanan uygarlık krizinin tetiklediği Ortadoğu’daki şiddete bakıp iki dine bağlamak[40] gibi yanıltıcı ya da uygarlıklar çatışması[41] görme/gösterme, uygarlıklar diyalogu gibi lafazanlıklar ulus-devletlerin temellendiği bildik “okur-yazarlık”larını diriltme manipülasyonudur. Daha önce dinselleştirildiği gibi artık dünyanın batılılaştırılması[42] tamamlanmış olduğu için modern okuryazarlığın özel bir çabası görülmüyor. Nasıl olsa modern epistemoloji duruma hâkim, ama fundamentalizm ve siyasal İslam dinin gerçeğiymiş gibi Ortadoğu’da yeniden kışkırtılıyor.

Bir yandan krizi ört bas etmek bir yandan sistemin ömrünü uzatmak için eskimiş hizipler ana akım İslâm’ı iddiasıyla gündeme sürülüyor: İslam içinden ve İslamî epistemoloji ve pragmatizme sahip, bu terminolojiyi bilenler de olağanlıkla başvurulan kişiler olduğundan gündemin dili gündemi belirlemiş, temel sorun haline getiriliyor. Oysa krizin nedenlerine karşı dünyanın birçok yerinde cephe açmış olanlar, gezegensel ve dünyevi tasavvurlarıyla 2011’den önce de mevzideydi, kimi zaman sivil itaatsizlik, kimi zaman pasif direniş, kimi zaman boykot ve grev, kimi zaman da işgal biçimleriyle savaşımlarını sürdürüyor ve çözüm önermelerini olabildiğince şiddetten kaçınarak tartışmaya açıyorlardı. Kobanê’yi bu ikincilere ekleyerek söylemeli: İslamcı grupların inisiyatifi ele geçirmesinden önceki içeriğiyle Tahrir’in; Gezi park/Taksim’in de eklendiği anti-kapitalist Wisconsin Eyalet Meclisi’ndeki protestocular; Tel Aviv’de Rothschild Bulvarı; New York/Zuccotti Park’ta çadır; Puerta del Sol’daki kamp kuranlar; Atina’daki Syntagma Meydanı eylemcileri; İspanya Madrid ve Barselona’da Indignadosların şehir meydanını işgalleri; Wall Street kuşatması, Paris isyanı vb. birlikte gerçek krizi ve kaynağını göstermekteydiler.

Bu olaylar tamamen bu mecrada, post-modernizm bağlamında sözü ve mevcut insanı koruma üzerine felsefe, psikoloji ekonomi ve sosyoloji tartışmaları yapılarak çözüm aranabilir, bulunabilirdi; ama Ortadoğu yönetimleri ve emperyalist aç gözlülük ya da teyakkuz hâli, bunun için elverişli ortam bırakmamıştı. Halepçe, Irak’ın işgali BOB’a ilişkin söylentilerin yarattığı infial, Lübnan iç savaşı, İsrail’in saldırıları, İran-Irak savaşı, Kuran’dan çıkardıkları şiddet göndergeleri, Kürdistan’daki özgürlük hareketleri vb. nedenlerle kıyımlar ve şiddetin olağanlaştırılması bakışımlı olarak birbirine eklendi.

Savaş ve çatışmalardan ders çıkaramamış gibi doğayla barışık, sade yaşamın mutluluğun nihai menzili olduğuna ilişkin deneyimi unutulmuş gibi. Onun tersine binlerce yıla dayalı felsefi deneyimin cömertlik, yardımlaşma, vicdan, sevgi, vefa, etik bağlılık, züht, hicap, kerem, hilm, kanaat, merhamet, şükür, rıza, ahde vefa ve benzeri değerleri yücelten telkiniyle dizginlediği insan aklı tersine dönmüş: Benjamin’in saptamasını doğrularcasına din hâline gelmiş endüstriyel kapitalizmin “paraya dönüştürdüğü Tanrı”[43] ve onun tapınağı hiper marketler, ben-odaklı post-modern açgözlü karakterler/ müridler/müşterilerle dolup taşıyor.

Süreç geçiştirilecek gibi görünmüyor; bu fırtınanın durulmasını sağlayacak reçete olsa bile hastane yıkık, tedavi edecek doktorun lisansı alınmış elinden. Dolayısıyla uygarlığın kayalardan geri dönen dalgası bu takayı kıyıya atsa bile üzerindekilerin bir teki bile hayatta kalmayabilir.

Kısacası insan ile doğası ve doğa arasındaki ilişki kopma noktasına gelmiş; insan emeği tarihin hiçbir döneminde görülmediği denli ucuzlamış, hatta bir kaynak olmaktan çıkma rotasında, doğal kaynaklar da öyle. Nüfus artışı paradoksu her iki bakımdan da tehdit oluşturuyor. Bir yandan sağlık sektörü gelişiyor, ama parası olanlar için; diğer yandan makroekonomik problem olarak işsizlik artıyor. Doğal ve istihdam kaynaklarının yetersizliği dolayısıyla gelecekte hukuk dışına itilecek imkansızlar da denebilecek ve belki de evsizler olarak büyük bir kitle oluşturacak. Dikey ve yatay olarak şişen megapollerin patlaması uygarlığın patlaması olacak. Ge-stell teknoloji ve bilim Golem’e Tağut’a dönüşmüş; felsefe açmazda, sanat müzelere düşmüş, din Deccal ve Mehdi propagandası yapıyor. Her yer pazar, her şey satılık.

Geri dönüş ya da çıkmazın kabulü bile, finansal, bilişsel, teknolojik bütün kurumlarıyla sistemin çökeceği anlamına gelir; ama kaçınılmaz. O nedenle, doğa ve hayvan hakları da dahil yeni bir adalet kriteri, daha geniş bir hukuk tasavvuru gerekirken ancak savaş dönemlerinde görülebilecek önlemlerle devletler, iktisadi krizleri geçiştirmeye çalışıyor. Bu çaba, sistemin çöküşünün ertelenmesi olup olası felaketin boyutlarını arttırıyor. Tüketimci kapitalizm karnında her an büyüyen bir urla büyüyor. Patlaması veya içe çökmesinin dışındaki olasılığa, tekno-topluma dönüşmesi bildik insanın tinsel ve biyolojik değişimine yönelmiş ki bu da artık değer diye ne varsa terkedilmesi, insanın hubrislere[44] dönüşmesi olacaktır.

Sistemin kalemşoru, krizden çıkmak için de sisteme itaati öneren Fukuyama’nın neo-liberalizme güveni onarma girişimlerine en büyük eleştiriyi getirenin Derrida[45] gibi bir metinselci olması, krizin yazı ve söz açısından önemini gösterir. Olup bitenlerin aynası olarak yazının kendisi de krizin bir parçasıdır çünkü.

İnternet teknolosinin marifetinde bambaşka bir mecraya akmakta olan yazıyla birlikte işitsel algının zayıflamasına, -cep telefonlarının telefon ezberini zayıflatması sözgelimi- göz duyusunun başat hâle gelmesine yol açacak görsel yazı/görsel dilin, daha sürecin başında olduğumuz göz önüne alınınca belleği de işlevsizleştirip fazlalık durumuna getirmesi olasılığı da söz konusudur.

Daha şimdiden dilin “çok boyutlu rezonansından yoksun kılındığını” ve sözlü kültür insanı için “kendi içinde bir şiirsel dünya” olan sözcüklerin ‘anlık tanrısallık’ ya da vahiy”[46] etkisini yitirdiği gibi yazı ve söz üzerine temellenmiş yazılı bellek de ılgım hâline gelecek gibi görünüyor. Freud’un bakış açısıyla uygarlığın ölçütü sayılan servetin eşitsiz paylaşımından da önemlisi “ideal sanat yaratılması” şöyle dursun, kültür; gazeteler, yayınevleri, dergiler, televizyonlar, Facebook, Google, fuar, bienal, galeri, kültür merkezleri, festival ve müzelerde metalaştırılmış bulunuyor. Sovyetlerin çöküp sosyalizmin insanlığın umudu olmaktan çıkmasıyla başlayan menzilin kültüralist[47] deformasyonu içinde bilgi enformasyona, sanat eğlenceye, sembolik gücü de iletişime, derken tüketim nesnesine indirgenmiş. Kültür ve uygarlığın beslenme ve biçimlenme kanallarından biri sözlü, özellikle de yazılı kültürün bu hâliyle aktığı ama, kendi olarak katılamadığı için çözülmeye başlamış uygarlığın anlamlar dünyası kaosu, bir daha anmış olalım dünya ölçeğinde bir sorun; bunalımı ise kapitalizmi de aşan bir teknoekonomi ve uygarlık krizi olarak derinleşiyor.

 

 

 

[1] Freud, Sigmund. Uygarlığın Huzursuzluğu, çev. Haluk Barışcan. Metis Yayınları. (2001), İstanbul, s. 57
[2] Walter J. Ong’un (Bkz. Sözlü Yazılı Kültür/Sözün Teknolojileşmesi, çev. Sema Postacıoğlu Banon, Metis Y. 1995, İst.) ve Marshall mcLuhan’ın (Bkz. Gutenberg Galaksisi/Tipografik İnsanın Oluşumu, çev. Gül Çağalı Güven, 3. B. 2013, İst.) paylaştıkları bu terim, burada onlardan esinlenilmiş olarak sınıf gibi yönetişim, özdenetim edimi karşılığı olarak kullanılmaktadır. Hegemonyanın paylaşımcısı işbirlikçi bilgicidir. Edward Said’in “sürgün, özgür, marjinal, evrensel, yabancı ve hukuksuz bırakılanların sesi” olan entelektüelinin(Bkz. Entelektüeller, çev. Tuncay Birkan, Ayrıntı Y. 1995) bir bakıma karşısında. Denebilir ki Said’inki ‘organik entelektüel’idir. Antonio Gramsci’nin, o da “geleneksel entelektüeline” kibirle bakar. (Bkz. Aydınlar ve Toplum, çev. V. Günyol, F. Edgü, B. Onaran, Alan Y. 1985, İst.) Ortak yanları, kendi kültürleri içinde homofaber (yazarinsan), homosemioticus (anlamlandıran insan) pratiğine sahiptirler. Buradaki ‘okuryazar’sa sınıfüstü, geleneksel felsefenin payandası durumundaki din ve kültürle yoğrulmuş ideolojiye denk düşer. Modern dönemde ulusal anlatıyı misyon edinmiştir. Tam Althusser ve Gramsci’nin belirlediği gibi köklerini gündelik hayatın içine uzatmış rızanın yapılanmasını yüklenmiş bir gerçekliktir. Ortadoğu’daki yerine göre yerleşik takiyye olarak anılacak olan hegemonyanın köklerinin uzandığı besin kaynaklarına ve buna göre eğitilmiş olanlara işarette bulunur.
[3] Kapsamlı çalışmalar olarak İslam Medeniyeti(Derleme), Hece Dergisi Özel Sayısı, 188, 189, 200, Ankara, 2013, Batı Medeniyeti(Derleme), Hece Dergisi Özel Sayısı, 210, 211, 212, Ankara, 2014 kaynaklarına bakılabilir; ancak benim tercihim Batı, Doğu diye ayırmaktan yana değil uygarlığı; çünkü uygarlıklar birbirinin ardılı öncülüdür. Ayrıca İslam uygarlığı sıfat yerine, eklemlendiği geleneği esas alarak İbrahimî uygarlık demek, İslam uygarlığı yerine İslam ya da Müslüman kültürü demek daha doğru görünüyor.
[4] Bkz. Walter J. Ong’un (Bkz. Sözlü Yazılı Kültür/Sözün Teknolojileşmesi, çev. Sema Postacıoğlu Banon, Metis Y. (1995). İst.)
[5] Hem zehir hem ilaç anlamında, yazının gerçeği hem aydınlatıcı hem de gizleyebileceği işlevi dolayısıyla yapılan bir benzetme.
[6] Jan Assmann, Kültürel Bellek/En Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik Kimlik, Çev. Ayşe Tekin, Ayrıntı Y. 2001, İstanbul
[7] Heidegger’in doğayla uyumsuz, yalnızca kâr amaçlı, hesapçı ve matematiksel bilimin ürünü yerine kullandığı terimi. Bkz. Kurtar, Senem. Heidegger ve Poetik Düşünme,/Düşünmeye Açılan Yeni Yollar, Pharmakon Yayınları. (2014). Ankara.
[8] Calcula denilen çakıltaşı anlamına gelen MÖ IV. yıla ait hesap cetveli buna tanıklık eder. Çünkü hesap kaydı sözlü olanaksızdır. Bkz. Jean, Georges Yazı İnsanlığın Belleği, çev. Nami Başer, YKY. 5. B. (2008). İstanbul.
[9] Levi-Strauss, Claude. Yaban Düşünce, Çev. Tahsin Yücel. YKY. (2000). İstanbul.
[10] Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban romanındaki köylüler, kendilerine tepeden bakan subayı böyle adlandırır
[11] Marsall mcLuhan, Gutenberg Galaksisi, s. 35
[12] Age, s. 41
[13] Bu etkiyi Edward Said, “iktidarsızlaştırma” Terry Eagleton “iğdiş edilme” Bloom da “oedipus kompleksi” olarak görürler.
[14] Orhan Pamuk, Benim Adım Kırmızı, İletişim Y. İstanbul, 1998
[15] Bkz. Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, çev. İskender Savaşır, Metis Y. 1993, İstanbul
[16] Bkz. Marshall mcLuhan, Gutenberg Galaksisi/Tipografik İnsanın Oluşumu, çev. Gül Çağalı Güven, 3. B. 2013, İst.
[17] Dominique Lecourt, İnsan Post İnsan, çev. Hande Turan Abadan, Epos Y. Ankara, 2005
[18] Rainer Funk, Ben ve Biz, Postmodern İnsanın Psikanalizi, çev. Çağlar Tanyeri, 2. B. YKY, 2009
[19] Stjepan G. Mestrovic, Duyguötesi Toplum, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Y. 1999, İstanbul
[20] Bkz. Postman, Neil, Teknopolis, Çev. Mustafa Emre Yılmaz, Sentez Y. 2013 ve İstanbul, Jacques Ellul, Teknoloji Toplumu, Çev. Musa Ceylan, Bakış Y. 2003, İstanbul
[21] Jean Baudrillard, İmkansız Takas, Çev. Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Y. 2005, İstanbul
[22] Francis Fukuyama, Tarihin Sonu mu? Çev, Cemal Aydın, Vadi Y. Ankara, 1999
[23] Assmann, Kültürel Bellek, s. 43, 44
[24] Age, s. 89
[25] Bkz. Ellul, Jack, Sözün Düşüşü, çev. Hüsamettin Arslan, Paradigma Y. 1997, İstanbul
[26] Alvin ve Heidi Toffler, Yeni Bir Uygarlık Yaratmak/Üçüncü Dalga Politikası, Çev. Zülfü Dicleli, İnkılap Kitapevi, 1994, İstanbul, s. 21
[27] Beden ve sağlık denetimi üzerinden toplumun yönlendirilmesini temel alan yeni egemenlik stratejileri. Agamben’e göre biopolitika, kural ile istisnanın örtüşmesidir. Hardt ve Negri için biopolitika, bundan çok “karakterini üretim ile yeniden üretim, ekonomi ile politika arasındaki sınırların yokoluşunda bulan kapitalizmin yeni bir aşamasıdır.” “sermaye altındaki toplumun asıl boyunduruğu” Foucault’dan farklı olarak biopolitikanın değişkenliğini savunurlar. Bu düşünürlere göre imparatorluk “ekonomik üretim ile politik inşanın örtüşme eğiliminde olduğu bir bioiktidar düzenidir.”
[28] Yüksek oranda mutasyonlara sahip bir geni içeren yeni nesil canlı.
[29] Hibrit: Farklı sistemlerin bir yapı içinde kullanılması, melez/kırma anlamına da gelir, biyolojide ise aynı zamanda kısır.
[30] Zerdüştler ve Brahmanizm gibi dinler seçilmişlerine, yani “Tanrı’nın yere inmiş” hâline “avatar” derler. Buradaki kastımız, eşeysiz olarak ailelerin siparişi üzerine laboratuarda üretilmiş bireylerdir.
[31] Yarı insan yarı makine.
[32] Bkz. Amin Maalouf, Çivisi Çıkmış Dünya(Uygarlıklarımız Tükendiğinde), çev. Orçun Türkay, YKY, 2010, İstanbul
[33] Bkz. [Yeni] dergi, s. 1/Güz, 2010, İstanbul
[34] Mahkumların gardiyanlarca gözetildiği, ama onları göremediği cezaevi mimarisinden türetilmiş toplumsal gözetleme sistemi iktidarın. Fizki olmayıp daha çok psikolojiktir; Bauman’ın deyimiyle akışkan modernitenin kayıtsızlaştırmasının sonucudur. Belki de buna Foucault’ı bile hayrete düşürecek günümüzdeki kitle hipnozu veya otizmini andıran toplumsal ve bireysel otokontrolüne bakarak kitlesel arzu biçiminde kabullenilmiş yenilgi demek daha doğru.
[35] Sigmund Freud, Uygarlığın Huzursuzluğu, çev. Haluk Barışcan, s. 11, Metis Y. 2001, İstanbul, s. 95
[36] Age, s. 95
[37] Age, s. 51
[38] Age, s. 51
[39] Age, s. 71
[40] Bkz. Hayreddin Karaman, Dinlerarası Diyalog Nedir, Da Yayıncılık, 2005, İstanbul
[41] Bkz. Armağan Mustafa(Derleyen), Medeniyetler Çatışmasından Diyaloga, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Y. 1999, İstanbul
[42] Bkz. Latouche, Serge, Dünyanın Batılılaşması, çev. Temel Keşoğlu, 1995, İstanbul
[43] Giorgio Agamben ile Söyleşi, Peppe Savà, 10.03.2014, (Mülakatın İtalyancası için bkz. http://tinyurl. com/mvdztv4, Ayrıntı Dergi, Çeviri: Abdurrahman AYDIN, 16 Ağustos 2012
[44] Hubris: İnsana suç işleten tutku. Hırs, aşırı özgüven, aşırı varlık. Mitolojide doygunluk anlamındaki Koros’un kızı veya anası olarak simgelenir.
[45] Bkz. Jaques Derrida, Marx’ın Hayaletleri, Çev. Alp Tümertekin, Ayrıntı Y. 2007, İstnabul
[46] Age, s. 35
[47] Çağdaş Sanat ve Kültüralizm/Kimlik ve Estetik, Ali Artun (Der.) çev. Tuncay Birkan, Nursu Örge, Elçin Gen, İletişim Y. 2013, İstanbul
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.