Düşünce ve Kuram Dergisi

Toplumsal Politik Formlar ve İktidara Karşı Ahlaki Politik Direnç

Leyla Atabay

“Başlangıçta insanlar sevgiyle beslenir ve saadet yuvalarında otururlardı. Yaptıkları şey Dharma’ydı. Ardından Varna ayrıştı, kimilerinin Varna’sı iyi kimilerininki ise kötüydü. Ve Varna’sı iyi olanlar Varna’sı kötü olanları aşağıladılar. Kibir doğdu ve onun doğuşuyla Varna öldü. Ve onunla, o güne dek beslendikleri sevgi ve bal kurudu. Yeni besin kaynakları aramaya çıktılar. Mantar ve bitkileri keşfettiler. Ardından pirinç tanelerini buldular. O güne dek kimse pirinç biriktirmeyi düşünmemişti. Ancak biriktirme fikri yavaş yavaş akıllarda yer etti. Ve depolama hırsı giderek arttı. Onun ardı sıra cinsler-arası farklılık bilinci geldi. İlkini eşleşme fikri onlara çok çirkin göründü ve ev işleri kadınların görevi oldu. Bu arada biriktirme hırsı o kadar arttı ki, yalnızca toprağı işleme tekniği gerektirmekle kalmadı, kolektif toprak mülkiyetini de imkânsız kıldı. Bireysel işleme için toprağı dağıtmak zorunda kaldılar. Herkesin işlenebilir toprağı için sınırlar tespit edildi. Ve kimsenin bir başkasının sınırını ihlal etmemesi kararlaştırıldı. Biri düşündü ki: Evet, bu benim toprağım ve topladığım ürün ama ya ürün kötü olursa? Ve şöyle bir karar verdi; “ister izin verilsin ister verilmesin, başka birinin toprağından da ürün toplayacağım”. Çaldı ve yakalandı. Hırsız bağırmaya başladı: “bakın kardeşler, beni dövüyorlar. Bu adaletsizliktir, adaletsizliktir. “ ve hırsızlık, doğru yoldan sapma ve ceza böyle doğdu. Ve herkes bir araya toplanarak düşündüler: “Her tarlanın sınırına bakmak için aramızdan birini seçelim. Güçlü, zeki ve herkese buyurucu olmalı o. Hepimiz ona ücret olarak ürünümüzden bir kısmını verelim. Suçluyu cezalandırsın, haklıyı korusun ve herkesin adil pay almasını gözetsin.” Aralarından birini seçtiler ve kendi ürünlerinin altıda birini ona vermeyi kararlaştırdılar. Her birinin onayıyla o Raca oldu.” (Mâhavastu-Avadana)

Budist bir pasajdan alınmış öykü insanlık tarihinin bir özeti niteliğindedir. Budist gelenekte uygarlığın bağrından kirlenmeden yaşamak bir lotus çiçeği metaforuyla simgelenir. Pasajdan da anlaşıldığı üzere lotus olabilmek, öze yeniden dönüşle mümkündür. Bu ise uygarlığın yarattığı yaşama bir mesafe konularak başarılabilecektir. Budha’nın yaşadığı yüzyıl bir imparatorluklar çağı olsa da, bu aynı zamanda iktidar odaklarına karşı mücadele eden ve kendi içlerinde bir doğal yaşam demokrasisine sahip aşiretlerin (gana’lar) iktidar merkezlerinden olabildiğince uzakta yaşamlarını sürdürmeye çalıştıkları bir dönemdir. Budha, kendi felsefi-dini temellerini bu aşiretlerdeki doğal eşitlik, özgürlük anlayışından feyz alarak inşa eder. Kendi sistemini kurarken imparatorlara, üst kastlara yönelik tümden reddedici bir tavır geliştirmemişse de sisteminin içinde bir lotus aralığı öngörülür ve tüm rahipler eşit varsayılır. Budist rahipleri kendilerini bir tür Êzidî Çemberi içine alarak sistemden soyutlanır. Böylece uygarlığın içinde uygarlığa rağmen bir yaşam olanağı oluşur. Ahimsa, Budizm’in hiçbir canlıya zarar vermemek ilkesidir. Bu ilke doğayla ve diğer insanlarla uyum içinde yaşamayı en büyük ahlaki ilke sayar. Ve bu ilke sayesinde uygarlığın uyandırdığı arzular kontrol altına alınır. Arzu uygarlığın sürekli kışkırttığı dinmeyen bir susuzluktur. Bundan vazgeçişle Nirvana’ya, dinginliğe, insan özünün saf haline ulaşılabilir.

Modern Batı’nın Peygamberlerinden biri olan Freud’da da temel aksiyom, rasyonalizmin tanrılaştırdığı “akıl” değil “arzu” dur. Fakat Budha’nın tersine uygarlığı arzunun ürünü olarak değil, arzunun bastırılmasının bir ürünü olarak tanımlar. Arzu ilkel benlik olan id’in hapsedilmesiyle bastırılmış ve ego düzeyine yüceltme olarak “düşünce” giysisine büründürülerek öne çıkarılmıştır. Bu hayvan özlü Dionysos’a karşı yüceltilmiş Apollon’un zaferidir. O yüzden insanlık uygarlıkla beraber bir Nevroza tutulmuştur. İnsan veya insanlık durumu bir tür hastalıktır. Bastırılan yaşam arzusu farklı biçimde yüceltilerek uygarlık denilen hastalıkla semptomlar şeklinde açığa çıkar. Kültür, sanat, din, felsefe bu “yüceltme” biçimindeki telafinin ürünleridirler. “Yüceltme” toplumu oluşturur, birleştirir. Zira bu bastırılmış bilinçaltı bireysel boyutu aşıp toplumsal boyuta ortak bir bilinçaltına dönüşmüştür. Yani Freudçu terminolojiye göre tarih uygarlıkla başlamışsa eğer, bu tarihin bütünü bir kâbustur ve tüm insanlığın nevrotik durumu dünyayı bir tımarhaneye çevirmiştir. Birey odaklı psiko-analizde çocuk anadan koptuğu an cenneti yitirir. Toplumsallaşma boyutu ise Âdem ve Havva’nın cennetten sürgün edilmesi metaforuna denk gelir. Buna maymunun ağaçtan inmesi de diyebiliriz. Tarihi olarak daha kompleks bir nevroza dönüşmesi küçük klanların daha büyük topluluklar oluşturması ve ardı sıra yaşama geçiştir. Freud’da arzunun uyanışının blokajıyla uygarlık doğmuştur tezi hâkimken, Budha’da uygarlık uyanmış arzudur. Freud arzunun dışavurumunun uygarlık denen hastalığı iyileştireceğini öne sürerken Budha arzudan kurtuluşu vaaz eder. İkisinin amacı da ortaktır: masumiyete dönüş, insan doğasının en saf haline varış.

Masumiyete duyulan şiirsel özlem nostaljik bir eğilim olarak ortaya çıkar. Zira masumiyet gelecekte değil geçmiştedir. Dini nostalji, cennete yeniden dönüşü arzular. Özünden, yuvasından ayrılmış (kovulmuş) insan ruhu hep bir yuvaya özlem ( Yunanca nostos; yuva, vatan/ algia; özlem) , kendi öz yuvasına-sırrına geri dönüş isteğiyle yaşar. Gelecekte gidilmesi umulan cennet aslında döngüsel zaman üzerinden geçmişte gizlidir. Bu cennet, doğanın kendisine hiçbir müdahale yapılmaksızın yiyecek ve içeceğinden beslenildiği, kendiliğinden mutlu olunan, insanın belini büken ağır bir geçim sıkıntısının olmadığı “yaşamın yaşanıldığı” yerdir. Nietzsche’ nin “ bastırılmamış hayat neşedir.” dediği bir var oluş evresidir. Tüm cennet ütopyalarının vaadi boş zaman ve bolluktur. Psiko-analize göre çocukluğun sadece oyunlarla geçirilen boş zamanı ve anne-babanın sorumluluğundan olan beslenilme olanağıdır bu cennet evresi. Freud’un bebeklik döneminin temel arzusunu yaşam arzusu olarak formüle etmesini bir tarafa bırakarak yolumuza boş zaman ve bolluk ideali olan cennet arzusuyla devam edelim. Sormamız gereken soru, insanın boş zaman ve bolluk sağlayacak kadar imkanlara sahip olduğunda bile neden daha fazlasını istediğidir. Neden binlerce yıldır mutluluğa giden yolun ölçü, erdem, azla yetinme olduğunu söyleyen bilgelerin, filozofların, ermişlerin ve peygamberlerin sözleri değil de kapitalizmin ayetleri kutsaldır yaşadığımız dünyada?

Öze dönüş çağrısını boşa çıkaran kapitalizmin aynı öze dönüş çağrısını farklı bir biçimde seslendirdiğini ifade etmek, belki soruyu yanıtlamada bir kapı aralar. Kapitalizmin gizli vaadi şudur: ana rahminin güvenine veya kayıp cenneti yeniden sunabilirim. Kapitalizm bir fantezi âlemi sunar. Cennet ikamelerini bu fantezi âleminde pazarlar. Akıl almaz lükste evler ananın-doğanın koruyuculuğu yerine ikame edilir. Cennet teknolojik olanaklar üzerinden taklit edilir. Simülasyonlara yalancı, sahte bir cennet kurgulanır. Bu amaç doğrultusunda tüm kadim değerler devşirilerek sihrini yitirmiş dünyaya kapitalist büyüler yapılır. Gereğinden çok daha fazlasına sahip olunan, tüketimin bir ibadet olduğu kapitalist modernitede fazlalıklardan arınma ritüelleri (doğal toplumdaki kurban, adak vb.) de mevcut olmadığından doğru felsefeleri ve inançları bir tür psikolojik arınma yöntemleri olarak pazarlanır. Bu sanal cennetin amacı hakikatin yokluğunu alamamak çabasıdır. Ama insanlığın içindeki doğal hafıza (sır) hakikat arayışını bırakmaz ve kendi sırrına geri dönüşü, ikrarı bir muhalefet odağı olarak muhafaza eder.

 

Doğanın Bağrında Doğal İnsan

İnsanlık yaklaşık bir buçuk yıl boyunca avcı-toplayıcı bir yaşam tarzı sürmüştür. İki buçuk milyon yıl boyunca bir kendilik halinde doğayla özdeşlik içinde yaşamıştır. İnsanlık durumu diyebileceğimiz toplumsal ve psikolojik özellikler bu iki buçuk milyon yıllık dönemde oluştu. “Vahşi Doğa” tümden içgüdüleriyle davranmaksa eğer iki buçuk milyon iki buçuk milyon yıl boyunca doğanın en zayıf varlığının “Vahşi içgüdüleriyle” yaşadığı savı bilimsel bir safsata olmaktan başka bir anlam içermez. Toplumsal bir düzen (ister küçük çaplı ister büyük çaplı olsun) hakikati olmadan iki buçuk milyon yıl yaşayakalmak mümkün değildir. İnsan ancak eylemlerini ve diğer insanlara olan etkileşimini içgüdülerini düzenleyerek, kimi zaman içgüdülerine uyarak kimi zaman ise içgüdülerine rağmen hareket ederek belirlemiştir. İnsan tarihi boyunca insanileşmiştir demek yanlış bir ilerlemeci savdır. İlk insan (insanlık durumu) ile son insan yani günümüzdeki herhangi bir insan arasında insanileşme oranı yoktur. Şu soru bile sorulduğunda ilerlemecilik savına bir ok saplanmış olur:

Amerikan yerlileri mi daha çok insandı; yoksa onları katleden Batılı işgalciler mi? Doğadan olmak, doğayla iç içe uyum içinde yaşam “vahşilik”, doğadan uzaklaşarak ona hâkimiyet kurmak “medenilik”tir. Böylece tarihin ilk aşamalarındaki insanlık durumu “vahşilik” olarak adlandırılacak ve günümüze kadar varlıklarını sürdürmeyi başarmış avcı-toplayıcılar ve klan-kabile formları da “eşitsiz gelişim yasasının” sonucu “uygarlığın bağrındaki barbarlar” (Marks) olarak tanımlanacaktır.

Günümüz insanının bütünsel yapısı (toplumsal-psikolojik-kültürel yapı) biraz kazandığında altında avcı-toplayıcı geçmişimizin birçok özelliği görülecektir. Bu yaşam tarzı doğayı dönüştüren bir üretim etkinliğiyle değil, doğada mevcut olanla beslenme biçimindedir. Beslenme kaynağı tükendiği anda başka bir yere göç etme biçimindeki hareketlilik bu toplulukların bir özelliğidir. Doğaya uyarlanma biçimleri büyük bir kültürel çeşitlilik oluşturur. Her kültürün bir beslenme rejimi vardır ve hangi bitki veya hayvan türlerinin tüketilir olduğuna dair bilgiler bu kültürleşme sürecinin temelini oluşturur. Bu bilgiler var oluşlarının da ön koşuludur. Avcı-toplayıcılarda teknolojik gelişme yavaş olmuştur. Geçici yerleşimlerde süren bu yaşam tarzında uzun bir süre boyunca buzul küresel koşullar nedeniyle temel besin kaynağı ettir. Buzul çağlarına yayılan avcı-toplayıcı etkinlik kıt bir bitkisel ortamda sürerken, doğa günümüzden yaklaşık on-on beş bin yıl önce yaşanan küresel ısınmayla dönüştü. Sulak alanlar ve bitkisel çeşitlilik arttı. Tarıma uygun pek çok bitki türünün (tahıllar, pirin, baklagiller vb.) çoğalmasıyla bu türlerin yaşam alanları etrafında yerleşim bölgeleri kuruldu. Hayvan türlerinin evcilleştirilmesiyle bu yerleşim bölgeleri kalıcılaştı. Örneğin; Zerdüştlükte ineğe atfedilen kutsallık göçebelikten yerleşik hayata geçişin en tipik sembolü olmasındandır. Kutsal kitap Avesta’nın Gathalarında, ineğin kalıcı yurtlar edindirdiği, tarımın gelişmesine yol açtığı açıkça söylenir.

Avcı-toplayıcıların temel örgütlenme biçimi takımdır. Küçük nüfuslar halinde yaşarlar. Besin ve su kaynaklarının mevsimsel değişimine göre hareket ederler. Bu hareketlilik, değer topluluklarla karşılıklı ziyaret ve değiş-tokuş ilişkilerinin gelişmesine yol açar. Bu temaslar sonucu oluşan en ilginç değiş-tokuş yöntemleri sessiz ticaret, ticaret ortaklığı ve kula döngüsüdür. Değiş-tokuş yapılırken öbür topluluğun sınırlarına yakın bir yere bırakılan fazla ürün o toplulukça alınır ve yerine kendi fazla ürünleri bırakılır. Bu sessiz anlaşma adalet ve güven içerir ve esasında bir tür armağan alıp verme ilişkisidir. Günümüzde armağan alıp verme faaliyeti sembolik olarak özel gün ve bayramlarla sınırlanmış olsa da, içerdiği manevi öz binlerce yıl geride aranmalıdır. Bu özverili yöntem temelinde doğanın bahşettiği armağanlara gösterilen hürmet vardır. Doğa ananın armağan verme edimi taklit edilerek bir başka topluluğa armağan sunulur. Doğaya bir karşılık verme ise sunu ve adaklarla yapılır. Avcı-toplayıcılarda insan kurban etme faaliyeti nadir görülür. Asıl insan kurban etme faaliyeti bitkilerin ekimi ve hasadı sürecinin sembolik ritüelleri aşamasında doğaya bir karşılık verme amacıyla özellikle tanrı-kralların devrinde yoğunlaşır. Avcı-toplayıcılarda armağan alıp verme dayanışmanın da ana faaliyetidir. Beslenmesi için hayvanları avlaması gerekir. Ama bunun karşılığında bir feragat, elden çıkartma, bırakma faaliyeti de yapar. Doğanın cömertliği karşısında insan da cömerttir. İnsan hayatı öldürdüğü hayvandan daha değerli varsayılmaz. Avladığı hayvanın ruhundan af diler, ona hürmet gösterir, ağıt yakar, kutsal kılar. Yaşadığı eko-sistemin beslenme rejimine uygun olan av hayvanını kendi atası var sayar ve totemi yapar. Avladığı hayvan ona can vermiştir, hayat bahşetmiştir, yaşamını sürdürmesini sağlamıştır.

Kapitalist moderniteyi meşru kılan bilimsel kurumlarda, özellikle genetik bilimlerde insanın egoist bir varlık olduğu ileri sürülür ve kapitalizmin “gücünün” böylesi bir hakikati görüp işlemesine bağlanır. O halde arkaik insanın hiçbir fazlalığı elinde tutmamasına, gerektiğinde doğanın cömertliğine karşı kendi yaşamını cömertçe kurban etmesine nasıl bir açıklama getirilebilir? Bu sadece doğaya karşı işlenmiş suçun (hayvan öldürme, bitkileri tüketme) bir kefareti midir, yoksa insan doğası özünde almayı, biriktirmeyi, durmadan daha fazlasını istemeyi reddeden bir tür içsel, batıni, etik öze mi sahiptir?

19.yüzyılın da evrimci antropologların öncülüğünde sistemin vahşilikle yaftaladığı ve sömürge alanlarından silip süpürmek için her türlü katliamı uyguladıkları avcı-toplayıcılar, iddia edildiğinin aksine kurdukları ilişkileri ve ihtiyaçlarının minimaliz mi sebebiyle genellikle barışçıldırlar. Dünyanın sınırlarına çekilerek varlıklarını günümüze dek sürdürmeyi başaran kimi topluluklar, toplu imha operasyonlarına maruz kaldıkları 16. yüzyıla kadar Kuzey ve Güney Amerika’da, Afrika’nın büyük bir bölümünde, Sibirya’nın Kuzey ucunda Avustralya kıtasında ve birçok okyanus adalarında yaşamaktaydılar. Devlet, yasalar, sınırı belirlenmiş özel araziler bu insanların gözlerinde öyle anlamsızdı ki, Avusturalya kıtasının sömürgeleştirildiği ilk yıllarda kurulan sınır çitlerine mana veremeyen yerliler toprak ananın herkese sunduğu ürünleri almak için davrandıklarında gruplar halinde katledilmişlerdir. Biriktirme yönünde herhangi bir eğilimlerinin bulunmaması avcı-toplayıcılarda çatışma ihtimallerini ortadan kaldırıyordu herhangi bir rekabet ve çatışma karşısında grup bölünerek ayrışıyordu. Grubun herhangi bir ayrıcalığı olmayan takım liderleri grubun bölünmesi gibi hayati kararları üstleniyordu. Liderler zorunluluk gereği öncülük vasfını üstlenen yetenekli üyelerdi. Liderlik bir imtiyaz değil, hükümlülüktü. Günümüz Meksika’sında Zapataların esinlendiği örgütlenme modeli bire bir yerlilerin bu özelliklerinden alınmıştır. Doğal topluluklar doğanın tahakkümü ve kontrolünü amaçlamaz. Yine doğayla karşılıklı bir yarar ve saygınlık kuran inanç ve değer sistemleri içinde tutarlı bir yaşam stratejisi kurmuşlardır. Doğal insan gnostiktir, kalp gözü açıktır. Homojen, saf haliyle sezgisellik, duygusal zekânın canlılığını sağlar. Yine avcılık kültürü analitik zekâyı geliştirmişse de iktidar ve tahakküme odaklı olmadığından her iki zekâ türü arasında bir denge mevcuttur.

Avcı-toplayıcılar hareketlilikleri ve beslenme rejimleri nedeniyle sağlıklı toplumlardır. 16.yüzyıl sömürgeciliğinin dünyanın sınırlarında varlıklarını korumayı başarmış, bu toplulukları götürdüğü en büyük lanetlerden biri de uygar dünyanın hastalıkları olmuştur. Bağışıklıkları olmadığından çiçek, kızıl, kızamık vb. bulaşıcı hastalıklar yerlilerin zorla toplandığı rezervasyonlarda binlercesinin ölümüne yol açmıştır. Sömürgeciler yerli halkın uygarlık hastalıkları karşısındaki zayıflığını fark ettiği anda da bir tür biyolojik silah gibi bulaşıcı hastalık zerk edilmiş battaniye, çadır vb. eşyaları bu yerli topluluklara birer hediye gibi sunmuştur. Yaşamayı başaran yerliler ise uygarlaştırılmak üzere hapsedildikleri kamplarda yaşam hakikatleri ve epistemeleri çökmüş, var olmuş özleri zehirlenmiş biçimde kültür şoku, depresyon, işsizlik, meşgalesizlik bunalımıyla alkol ve uyuşturucu bağımlılığına sürüklenmiştir.

 

Tarıma Geçiş: Toplumsal Örgütlenme

Yerleşik hayata geçiş ve nüfus artışıyla beraber daha karmaşık bir toplumsal örgütlenme ihtiyacı doğmuştur. Tarım faaliyeti yüksek nüfusu ve bu nüfusun işbirliğini zorunlu kıldığından kadının doğurganlığı büyük önem kazanır ve üst yapıda tanrıça kültleri çoğalır. Tarım, aşamaları olan bir faaliyet (toprağın temizlenmesi, ekim, dikim, hasat, depolama, dağıtım) olduğundan iş bölümünü düzenleyecek siyasal örgütlenme hayati önem taşır. Uygun mevsimsel koşulların bilgisine sahip rahiplerin yanı sıra bütün bu örgütlenmeyi denetleyecek, karar verecek bir mercek gerekmektedir. Yazının başında verilen Mahavastu-Avadana’dan alınan Budist pasaj da özetlendiği gibi sınırları denetleyecek ve bu görevi nedeniyle üretimden belli bir pay alacak yönetici sınıfı bu ihtiyaç üzerinden palazlanır. Siyaset ilişkisi en başta birilerinin karar verme yetkisiyle donatılması biçiminde başlar. Daha başından itibaren iktidar meşru bir temele oturtulur. Canetti iktidarın kaynağını tam da bu aşamada bulur: “Avcının ‘zor’ u, sürü çobanının iktidarı olmuştur.”

İktidar ilk elde hayvanların evcilleştirilmesiyle, onlar üzerinde kurulan egemenlikte yeşerir. Bir sürü çobanı hayvanlar üzerinde avcıdan daha çok güce ve hâkimiyete sahiptir. Hayvanlar sürü halinde bir yere hapsedilmiştir ve çobandan kaçamazlar. Çoban ormandaki avcı gibi av hayvanının peşinden koşmak, kaderini bu anlamda doğayla bağlatınlandırmak zorunda değildir. Günümüze kadar tüm iktidar türlerinde sürü-çoban metaforu kullanılması boşuna değildir. İlk evcilleştirilen hayvanlardan biri olan köpek, hala insanlığın en sadık bekçisidir ve sürülerin kontrolünde de en fazla rolü oynar. Hayvan sürüleri her an insanları beslemek için hazır bekleyen et kaynağıdır.

İnsanlığın köleleştirilmesi-sürüleştirilmesi ve kralın büyük çoban olarak kimlik kazanmasıyla Hegel’in köle-efendi diyalektiği dediği ikilik tarihsel bağlamına oturur. Tarımcılar, avcı-toplayıcılara göre çok daha net tanımlanmış ve sınırları çizilmiş otorite ve iktidar ilişkileri oluştururlar. İktidarın kaynağı da değişir. Doğal topluluklarda lider statüsü doğal müzakere ile ve yetenekleri oranında bir yükümlülük olarak anlam bulurken, tarımcılarda iktidarın kaynağı kalıtım, gelenek, hukuk ve tanrısal onaya bağlanır. Kuşkusuz ilk tarım toplulukları kentleşme öncesi dönemde doğal toplum özelliklerini ve değerlerini koruma stratejileri geliştirmeyi başarmışlardır. Kentleşmeye geçildikten sonra ise kent duvarlarının dışında bu yaşam stratejilerini sürdürmüşlerdir. Klan ve kabile formları bir tür koruyucu kabuk işlevi görerek avcı- toplayıcılığın demokratik ve eşitlikçi özelliklerini muhafaza etmeyi başarmıştır. Klan, ortak bir atadan geldiğine inanan bireylerin oluşturduğu akraba grubudur. Bu atanan mutlaka insan olması gerekmez. Avcı- toplayıcı kültürde olduğu gibi bir hayvan ve ya bitki (totem) de olabilir. Kabile ise tarımcılar için daha hayati ve temel bir örgütlenme biçimidir. Kandaşlık esastır ve belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan, birbirleriyle akraba bir soydan ya da birkaç soyun birleşmesinden oluşurlar. Akrabalık ilişkileri evlilikler yoluyla sağlanır. Her iki toplumsal formda da zenginlik derecesi, güç ve siyasal etki arttığı oranda doğal toplum değerleri yozlaşır ve eşitsizlik artar. Çok sayıda hayvanın sevk ve idaresi kabile örgütlenmesini yetersiz kıldığı durumlarda ise kabile formu yerini daha geniş bir siyasal form olan aşiret ve ya beyliğe bırakır. Aşiret aynı dili konuşan, aynı kültürü paylaşan, büyük ölçüde aynı kökten ya da ortak çıkarların belirlediği bir geçmişten geldiğine inanan siyasal birlik biçimidir. Kandaşlık aşiret tipi örgütlenmede talihleşir, önemsizleşir. Başka aşiret kalıtımına kapı açıktır. Yani dallanan soy sistemi hâkimdir. Örgütlenen birimler arasında hiyerarşik ilişki yoktur, yatay düzlemde eşittirler. Şeflik, genellikle emredici değil, koordine edici niteliktedir. Ortak hareket etme ihtiyaçları kimi zaman aşiretlerin birleşmesini ve konfederasyonlar kurmasını sağlar. Bu konfederasyonlara beylik ve ya emirlik adı verilir. Beylikler devlete geçişte bir ara formdur. Böylece iktidar birike birike kent devletlerinin yaratımı için sermaye olur.

 

İktidar Merkezi: Kentler

Kentler, tarım dışı nüfusun yaşadığı ve tarımda çıkan ürün fazlasının pazarlandığı merkezler olarak doğdular. Artık-değer tarım dışı bir nüfusu besleyecek noktaya geldiğinde, yeni ihtiyaçların üretiminde uzmanlaşmış ve bir takım hizmetlerin verildiği kentler örgütlendi. Zamanla kentler, toprak emeğinin, tarımsal üretimin merkezi olan kırsal alanı dışlayarak onun karşıtı olarak konumlandı. Kentler, uzmanlaşmış emeği, ticaret ilişkilerini ve git gide zenginleşmesiyle beraber yarattığı yazılı kültürü bir tür incelmiş yüce yaşam tarzı ve kırsala üstünlük kaynağı olarak sundular. Bu kentsel kültür toplumunun ulaşması gereken bir seviyeydi ve kentin dışında kalmak, medeniyetin dışında kalmaktı. Kent üç kurumla tanım kazanıyordu: Örgütlü din, askerlik kurumu ve yazı. Devlet bu üç kurum üzerinde şekillenen ve işlevi mülkiyet haklarını korumak olan kutsal bir hakikat olarak topluma dayatıldı. İlk kent- devletlerde saray örgütlenmesi merkezinde dini bir ideolojik hakimiyet, hukuk, ordu ve maliye oluşturulur. Maliye için artık- ürünün toplanması gerekir. Halkı ikna etmek dini-ideolojik hegemonyayla sağlanır. İkna edilmeyen halk toplulukları olursa bu kez zor aygıtı yani ordu devreye girer. Hukuk bu sürecin işlemesi için gereken diğer meşru dayanaktır.

Yazılı hukuka ilişkin ilk belge eski Babil Kralı Hammurabi’ye ait kodekstir. Hammurabi, kanunların önsözünde kendisinin Tanrı Anu ve Enlil tarafından insanları mutluluğa erdirmek, huzursuzluğu ve kötülükleri yok etmek, acizleri zorbalardan korumak ve adaleti hâkim kılmak için seçildiğini anlatır. Kanunların amacı esasında devlete yönelik koruyucu normlardır. Hammurabi, özellikle Amurru bedevilerinin uygar şehirlerde yerleşmiş gelenekler doğrultusunda asimile olmalarını sağlamak amacıyla bu kanunları çıkarma ihtiyacı duymuştu. Mülkiyeti koruma ve itaat sağlama amacıyla yazılmış olan bu kanunların bazıları şöyledir: Tapınaktan bir şey çalmanın cezası ölümdür. Çocuk çalmanın, yalancı şahitlik yapmanın, iftira atmanın cezası ölümdür. Çalınmış mala yataklık edenin de cezası ölümdür. Kişiler kanun karşısında eşit değildir. Farklı sınıflara ve cinslere farklı cezalar öngörülür. Hammurabi bu kanunlarla toplumun iyiliği amaçladığını ileri sürer. Yani sömürü ve vahşet özelliğinin yanına “iyilik” i de ekleyerek iktidarın kaynağı olan üçüncü ayağı da tamamlar. Aslında toplum tirana değil, tiran topluma hizmet etmektedir ve yapılan sömürü ve vahşet bile toplumun iyiliği içindir! İktidar bu yalanla tarihi başlatır. Hammurabi’ye tüm iktidarların bir prototipi olarak baktığımızda adalet sıfatının altındaki yalan Charlie Chaplin’in “Mösyö Verdoux” adlı filmindeki mahkeme savunmasında çarpıcı bir cümleyle deşifre edilir: “Bir cinayet seni katil yapar, milyonlarcası ise kahraman.” Zamana ve mekâna hâkimiyet uygarlıkla başlar. Zaman takvimlere hapsedilir ve kentler kozmosun küçük modelleri olarak kurgulanır. Büyük kozmosun yaratıcısı Tanrı fikri kentin kralına atfedilir. Tanrı kral ve kentin duvarları yükseldikçe insan cüceleşir. Kendi yaratımlarına esir olan insan diz çöktükçe ayakta olanlar (tanrı-kral, rahipler, üst sınıf ve ya kastlar) diz çökenin gözünde büyüdükçe büyür. Tanrı-kralın tebaasından yegâne beklentisi, egemenliğine kesin bir biçimde itaat edilmesi ve öngörülmüş vergi ve harçları ödemesidir. Bilim, teknik ve kontrol mekanizmaları bu amaç doğrultusunda kent yaşamında üretilir. Biriken servet simgesel olarak zigguratlar, piramitler biçiminde göğe yükselir.

Bu taş yapılar aynı zamanda mutlak iktidarın en uzak mesafelerden bile görülebilecek kudretinin sembolüdür. Kral iktidarı büyüdükçe kendini görünmez kılar, kapılar ardında bir gizem perdesine bürünür. Ölümsüzdür, diktiği taş yapılar gibi değişmezdir, kendini taşa çevirir, simgeleştirir ve bu simgelerin ardında değişim ve diyalektiğin işlemediği bir puta dönüşür. Doğal toplumun akış ve hareketliliğinin yerini mutlak mitlerin sarmaladığı bir durağanlık alır. Yasaklarla, sınırlarla, fiziksel ve zihinsel kapasite bu duvarların ardında hapsedilir. Taş üstüne taşla iktidar yükseğe, toplumdan olabildiğince uzağa doğru ilerler. Kral, gökyüzündeki güneş gibi sabit, tükenmez ve bakidir. Tanrısal erk toplumdan ne kadar uzakta konumlanırsa onun kalıcılığına ve kudretine duyulan inançta o oranda fazla olur. Tebaasına bir tanrı gibi yükseklerden bakıp denetleyebilmesi ulaşabileceği en yüksek konumda olmasıyla mümkündür. Bu, Foucault’nun tanımıyla panoptik bakıştır. Yani görünmeden gören, hükmedici iktidarın bakışıdır. Panoptik bakışın sahibi özne iken bakışını yönelttiği her şeyi nesneye dönüştürür. Bütünlüğü bozulan insanlık durumu bir bölünme yaşamıştır. Biryanda doğanın tüm güçlerini şahsında toplamış olan tanrı-kral (merkezi özne) öte yanda tebaa(nesne).Tanrı kral kentin tepesindeki kulelerden yönelttiği bakışıyla bir hegemonya oluşturur ve tebaasını kontrol ve denetim altında tutar.

Analojik çerçeveyi genişletirsek panoptik bakı şın sahibi olarak erkek, medeni, üst sınıf- kast vb. uzun bir “özne” listesi yapılabilir. Tanrının her şey gören bakışı tanrı-kralların, sultanların, hükümdarların ve en son devletin bakışı denetim, gözetim ve kontrol yöntemiyle bakılanı anında nesneye dönüştürdüğü gibi; sürekli gözetim altında olmak, nesnenin kendini durmadan iktidarın istediği şekle büründürmesini sağlar. Bu bakış tasarımlaştırıldığında ise sultanın, hükümdarın fiziki olarak bulunmadığı bir mekânda bile bu bakışın tahayyül edilmesi sağlanarak tebaanın ruhuna işlenir. Kent yaşamında doğal insanın potansiyel enerjisinin kırılması, biçilmesi, daha geniş bir örgütlenme için evcilleştirilmesi bu hegemonik “bakış”ın esaretinde gerçekleştirilir. İnsanın etrafında taştan duvarlar dışında simgesel düzlemde de bir duvar örülür. Kent, efendisiz bir hayatın mümkün olmadığı mekândır. Kent insanına mutlak bir güvenlik duygusu veren şey ise yaşamlarının ötesinde yüce bir amacın olduğunu hissettirmek üzere dondurulmuş eril mitolojik putlardır. Duvarlar yükseldikçe pulların ebatları da büyür. Gözünü puta dikmiş insanın duvarları görmemesi olağandır.

Tanrı-kral iş disiplini ve toplumun kontrolü için kendi varlığını meşru kılar ve ilk yanlı destan varsayılan “Gılgamêş»de kralın bu işlevi davulun ritmiyle simgelenir. Destan, bilge tanrıça Ninsun’un yarı —tanrı oğlu Gılgamêş›in kral olma sürecini anlatarak başlar. Kahramanlıklarıyla Uruk halkının dikkatini çeken Gılgamêş, meşe ağacının köhnemişliği ve eski geleneği simgelediğini söyleyerek kutsal meşe ağacını söker ve gövdesindeki yılanı fırlatıp atarak kendi devrinin başladığını ilan eder. Doğa anadan kopuş eylemini bu biçimde gerçekleştirdikten sonra söktüğü meşe ağacından yaptığı davulla bir tempo tutturur ve tüm Uruk halkını tıpkı ordusunu tek tip uygun marşla yöneten bir komutan edasıyla harekete geçirir. Kral olur olmaz ilk işi, Uruk kentini koruyacak muazzam yükseklikte sağlam bir duvar örmek olur. Doğadan, göçebe yaşamdan izole edilen şehir halkı kaçınılmaz olarak rehavete kapılacak, tüketici, sömürgen ve tüm doğal reflekslerini yitirmiş bir karaktere bürünecektir. İktidar denilen kötülük tohumu, ancak böylesi bir zeminde serpilip gelişebilir. Destandaki diğer ana karakter olan Enkidu ise kendi doğasında, kendi cennetinde, kendilik halindeki Adem’dir. Henüz uyanmamış, bilgi elmasını tatmamıştır. Kategorik olarak Enkidu değişime uğrayan insanlığın ilk durumudur. Göbek deliği yoktur ve doğa durumundan medeniyete geçişte büründüğü form veya kimlik, Gılgamêş’ in kendisidir. Gılgamêş’ in bir arkadaşa duyduğu özlem esasında kendi doğasına, medeniyetle kirlenmemiş özüne duyduğu özlemdir.

Gılgamêş iktidarını İştar tapınağıyla Anu tapınağı arasında kurduğu ince denge üzerinden güçlendirir. Eril ve merkezi iktidarının zirvesine ulaştığında ise ilk işi İştar geleneğine yani neolitik devrimin yaratıcısı olan kadına ayar vermek, gücünü zayıflatmak olacaktır. Ama bunun için medeni yaşayış kültürüyle göçebe kültürü ataerkil ilkeler üzerinden uzlaştırması; yani Enkidu’yla eril ittifakın pekiştirmesi gerekir. Bu aşamada henüz kadının uygarlaştırıcı etkisine muhtaçtır. Ve kendi doğasında, kendiliğinde yaşayan Enkidu’yu devşirmek üzere İştar tapınağının bir rahibesini Uruk duvarlarının dışındaki bakir doğaya yollar. Enkidu doğal insandır, göçebedir, doğal değerleri içerimleyen herhangi bir halktır, uyandırılmamış doğa bilincidir. Kısacası iktidarın panoptik bakışının henüz ulaşıp nesneleştiremediği “öteki” dir. Kadının siyaset uğruna kullanılması, İştar geleneğinin iktidarın hizmetinde diplomatik ve uzlaştırıcı bir rol üstlenmesiyle başlar. İştar rahibesi medeniyetin cezbedici sesini doğaya fısıldayan bir Havva rolü oynayarak Enkidu’yu “insan”laştırır(!). Enkidu’ya ekmek yemeyi, şarap içmeyi ve konuşmayı öğretir. Bu üç simgesel bilgi, neolitik devrimin insanlığa sıçrama yaptırtan dinamikleridir. Ekmek; tarımdır, ekonomik refahtır, berekettir, toplumsal bütünleşme ve ortak yaşamdır. Şarap; sanattır, incelik ve yaratıcılıktır, duygusal zekânın esrik aşkınlığıdır. Konuşmayı öğrenmesi Enkidu’nun toplumsallaşmasının ön koşuludur. Dil ortaklaşma ve diyalogdur. Başka bir perspektiften bakıldığında ise göçebe Enkidu’nun devşirilmesi ekmeğin getirdiği oburlukla, şarabın neden olduğu sarhoşlukla ve medeni Uruk dilinin; yani egemenin dilinin öğrenilmesiyle mümkün olur. Doğadan koparılan Enkidu Uruk kentine vardığında ilk önce Gılgamêş ile dövüşür. Göçebe yaşam tarzı ile medeni egemenin bu karşılıklı güç gösterisinde birbirlerini yenemezler. Tarihin bu aşamasında henüz güçleri denktir. Ama iktidarın ve kent yaşamının büyüsüne kapılan Enkidu tüm vahşi enerjisini Gılgamêş›in hizmetine sunmakta gecikmez. Burada gözden kaçırılmaması gereken önemli bir nokta Enkidu’nun verdiği bilgece öğütlerdir. Örneğin üçüncü tablette Enkidu şöyle der: “Göz kamaştırıcı nesnelerin parıltısı arttıkça, insanın iç gözü de o derece körleşir”.

Medeniyetin kalp gözünü kör eden etkisi konusunda Gılgamêş›i uyarsa da, işbirliği yapmaktan çekinmeyen Enkidu, Gılgamêş›in doymak bilmez bir hırsla duvarların dışındaki doğayı fethetme isteğine boyun eğer. Doğayı tanıyan yolları, geçitleri bilen Enkidu Gılgamêş›in ordusuna öncülük ederek Humbaba’nın koruduğu ormanları yok eder. Talan ve şiddet böylece devletin zenginlikleri elde etme yöntemi olarak meşrulaşır. Dışa yönelik bu şiddet eğilimi, iç toplumun kendisine de yöneltilir. Gücünün zirvesine varan Gılgamêş, İştar’ ı da mağlup ederek eril iktidar paradigmasını tümden hakim kılar. Kutsal ormanda Gılgamêş›e öncülük eden Enkidu doğaya saldırırken sağ elini kullandığı için, bu elinden başlayarak tüm bedenine yayılan amansız bir hastalığa yakalanır. Kendi doğasına ihanet ettiği için lanetli, hastalıklı, yabancılaşmış ve özünü yitirmiş bir hain olarak ölür. Enkidu elini Gılgamêş›e uzattığı an zaten ölmüş, kimliğini yitirmiştir.

 

İktidar ve Devlete Karşı Ahlaki Politik Direnç

İnsanın yerleşik hayata ilk geçiş aşamasından bu yana mitolojide Çoban Tanrısı Dumuzi ile yerleşik hayatın Tanrısı Emkimdu; kutsal kitaplarda ise çoban Habil ve çiftçi Kabil, iki yaşam biçimi arasındaki derin çelişkinin figürleri olarak söylenegelmişlerdir. Kabil’in Habil’i öldürmesiyle yerleşik hayat göçebe hayata galip gelmişse de, göçebelik özgürlüğün, enerjinin, hareketliliğin, samimiyetin, yiğitliğin, ruhsal arılığın yaşam tarzı olarak soylu yerleşik kabilelerden değer görmeye devam ediyordu. İsrail peygamberleri halkının aşiret gelenekleri olan göçebevi demokratik ilkelerin koruyucuları misyonuyla harekete geçmişlerdir. Asya’da Budha kendi sistemini Gana (aşiret) yaşam tarzından esinlenerek oluştururken, Hz. Muhammed çocukluğunu çöldeki göçebelerle geçirmiş ve çağrısına bedevilerin sesini katmıştır. Mekke ileri gelenlerinin yeni doğan çocuklarını civardaki yaylalarda yaşayan bedevi kabilelerdeki süt annelere vermesi bir gelenekti. Yerleşik kent hayatının insan ruhunu körelten, tembelleştiren, çürüten etkisinden uzaklaştırılan çocukların çölün ve göçebe hayatın yarattığı özgürleştirici etkinin gücüyle üstün melekeler edineceklerine inanılırdı. Hz. Muhammed’in küçük bir çocukken iki melek tarafından kalbinin çıkarılarak paklanması ve hikâyesinin çölde geçmesi de göçebe yaşamın nasıl bir anlama sahip olduğunun göstergesidir. Göçebevi eşitlikçi ve adalet değerlerini içeren çizgi İslam›ın ilk yıllarında hâkimken; Medineleşme evresinde ve akabinde Emevilerle birlikte devletleşme çizgisi hakim olur. İslamiyet›e göre kıyamet alametlerinden biri yoksul çobanların kendi aralarında «hangimizin binası daha yüksektir?» diye yarışa girecekleri zamandır. Hz. Muhammed›in kıyamet alameti olarak binaların yükselmesini işaret etmesi boşuna değildir. Bu metafor kentlerin ve kent içinde, tanrıya şirk koşan yapıların artarak göçebevi yaşama galebe çalmasıdır. Göçebeliğin değerleri hükmünü yitirdikçe dünya malına duyulan düşkünlük, hırs, aç gözlülük artacak, sosyal kaos ahlaki yozlaşmayla ivme kazanacaktır. Kent servet yaratır, servet iktidarı besler ve iktidar da serveti arttırır, bu sınırsız bir birikim hırsıyla durmadan devam eder. Bina, gökyüzüne doğru uzanan Babil Kulesi gibi tanrılaşmanın metaforudur. Nemrutların, firavunların on binlerce insanın emeği ve kemikleri üzerine yükselttikleri dev yapılar, yaratılan tarihi dehşetten kalan tablodur. Hz. Muhammed, maddi uygarlığın ancak ahlaki kurallarla sınırlandı rılabileceğinin farkındadır. Bu ahlaki kurallar göçebe orjinlidir ve insanın sınırsız biriktirme hırsına ancak göçebe yaşam tarzı veya ürünü olan ahlaki değerler sınır çizebilir. Uygarlık tarihi boyunca neredeyse tüm dinlerin ortak noktası yerleşik yaşamın yıkıcı ve bozucu etkileri, yani aşırı birikim, sefahat, aç gözlülük, iktidar hırsı, sınırsız bencillik, ahlaki sınırların olmayışı karşısındaki eleştirel çıkışlarıdır. Hz. Muhammed, bir göçebenin özgür, eşitlikçi, cesur, dinamik ruhunu taşıyan İslam’ın, kentleşmenin, devlet ve iktidarlaşmanın korkunç pençesine düşerek özünü yitireceğine dair kaygılarını bir öngörü olarak binaların artması biçiminde metaforik bir ifadeyle dile getirir. Mal mülk hırsına kapılmış göçebe yere çakılmış binasını yarıştırırken kıyamet kapıdadır.

Özelde Mezopotamya›da ahlaki- politik direnç odaklarının ana yelpazesini doğal toplum değerlerini içerimleyen Ezdanilik oluşturur. Evrenselci bir inanç olan Ezdanilik, diğer tüm inançları, insanın Ruh’a (Hak) inanması bağlamında, aynı orijinal düşüncenin meşru tezahürleri olarak görür. Böylelikle Zerdüştlük, Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet’le sentezleme yaparak her bir inanç sistemi içinde kendi zahir ve Batini tezahürlerini doğurur. Ezdaniliğin yeni kolları, dışlarındaki dinlerin kurucularını ve ya üstün şahsiyetleri ardışık avatarlar olarak kendi dinamik kozmogoni sistemlerine katarak biçimlendirirler. Örneğin, Hz. İsa, Hz. Ali vb. bir çok kutsal şahsiyeti avatar olarak kabul ederler. Ezdanilik, Zerdüştlük ve İslamiyet’i soğurarak Mitrailik, Zervanilik, Mazdekilik, Hürremilik, Karmatilik, Manilik, Dürzilik, Alevilik, Babailik vb. birçok mezhebin doğumuna vesile olmuştur.

Mazdek hareketi, M.S. 5. yüzyılda bir devlet dini olarak İran Sasanilerinin katı sosyal ve ekonomik sınıf sistemini kurumsallaştırmaya alet edilen Zerdüştlüğe karşı bir tepki olarak doğdu. İslam’ın kabulü ertesinde de Mazdeki hareketlerinin yer yer canlanması ve bunların kanlı katliamlarla bastırılması söz konusu oldu. Militan nitelikli bu hareketler, göçebe komünalizmini eşitlikçi değerleri savunuyordu ve biriktirmeye karşıtıydılar. Ezdani mezhep varyasyonlarının bir diğer ortak noktası cins eşitliğini savunmalarıydı. Ezdaniliğin Uzakdoğu’ya uzanan kolları Upanishadlar ve Taoculuğu da etkilemiştir. Taoculuk doğaya dönüşü esas alır ve dönüşme mucizesi “dağ insanı” metaforuyla dile getirilir. Genel olarak tasavvuf için de doğal insan değerlerine dönüş amacı esastır denilebilir. Tasavvuf, kadim çağlarda Mısır, Grek, Hint, Iran vb. bölgelerde örnekleri bulunabilecek, insanın yüceleşmesinin ve hakikate ermesinin mistik yol ve yöntem arayışlarıdır. Ruh ve nefis terbiyesi, bedensel ve dünyevi arzulardan arınılarak tanrıya veya kendi öz hakikatine ulaşmanın yolları açılır. İnsan ve evren arasındaki birliğe yeniden ulaşma ve tüm ikilikleri aşmayı amaçlar. Tüm Doğu ve oradan Batıya yayılan(örneğin Orfizm) tasavvufi tarikatlara giriş ritüelleri doğal toplum kabilelerinin ergenlikten topluluğun bir üyesi olmaya geçiş ritüellerinin tekerrürüdür. Topluluğun bir üyesi olmak için kaba doğasının içerimlediği bencillikten, yıkıcı enerjiden ritüelle arındırılan doğal insan gibi, tarikata girecek olan aday da kendi enaniyetini (bencilliğini) öldürerek tarikata girer.

 

Devlete Karşı Bir Direniş Odağı Olarak Kürtler:

Doğal insanın özgürlük potansiyeli İslam’ın en tutucu alimleri tarafından bile görülüp takdir edilen bir özelliktir. Örneğin, Gazali bir devletin vatandaşı olmanın, insanın özgür ruhuna gerçek kölelikten daha büyük bir tehdit oluşturduğunu söyler. Kölelik dıştan dayatılmış, zorla kabul ettirilmiş gönülsüz bir konum iken; vatandaşlık, gönüllü ve içten kabul gören bir konumdur. Köle, iç özgürlüğünü, özgür olma hayalini korurken; vatandaş, zincirlerini uysalca kabullenmiş, zincirlerine aşık ve köleden bile daha aşağı bir durumdadır.

Kürtler tarihin kimi kesitlerinde göçebelikten yerleşik hayata geçmişlerse de koşullar onları sık sık göçebeliğe yöneltmiştir. Özelde dağlık kesimlerde olmak üzere Kürdistan, göçebeliğe has ruhu ve değerleri yüzyıllar boyunca barındırmış bir coğrafyadır. Hegemonik güçler, Kürdistan’ın sert koşullarında uzun sürecek bir devlet hakimiyeti kuramadılar. Göçebeliğin hareket özelliği, coğrafi dağınıklık ve sert koşullar, kurumlaşmış bir politik hiyerarşinin gelişmesini, hakimiyet kurmasını önledi. İslamiyet’le beraber kurulan beylikler bile Kürt toplumunun iç dinamiğinin bir sonucu değil, dış güçlerle kurulan ilişki ve iş birliğiyle ayakta durabildiler. Bu beyliklere rağmen sınıf ve statü farklılıklarını kabullenme konusunda bir direnç hep olageldi. Bu direnç göçebe yaşam şartlarından ve onun yarattığı değerler sisteminden kaynaklanıyordu. Son yüzyıla kadar da vergi vermekten en çok kaçınan halk Kürtler oldu. Vergi ödemek bir tür kölelik, egemeni kabulleniş ve haraç ödeme olarak görüldü. Göçebelik ruhu, Kürtlerin, ne kadar sosyolojik değişim yaşasalar da, ortak bilinçaltlarına, yaşam ideallerine damgasını vurmuştur.

İbn-i Haldun göçebelerin kentlilerden daha cesur ve yiğit olduğunu söyler. Kentliler güvenliklerini kale duvarlarına ve askerlere bırakıp yan gelip yatarken elde ettikleri her metayı biriktirmek derdindedirler. Nimet ve bolluk, onları aşırı tembelliğe, rehavete ve aç gözlülüğe iter. Oysa göçebelerin kendilerinden başka güvenecekleri kimse yoktur. Özyönetim haklarını kimseye devretmezler ve pratik, sade bir hayat sürdürürler. Biriktirmeye elverişli bir ekonomileri yoktur. Yüz yüze iletişimin hakim olduğu güçlü dayanışma duygusu, kaybedilecek hiçbir şeylerinin olmamasının sebep olduğu cesaret ve bağımsızlık, ortak kan bağına dayalı “törenin namus ve onur biçiminde kutsadığı değerler, eşitlik ve özgürlüğü temel idealleri kılar. Kürtlerin onca katliama, zulme ve asimilasyon politikasına rağmen her defasında küllerinden yeniden doğması, toplumsal bilinçaltına işlemiş bu göçebelik ruhunun yarattığı motivasyonla da ilgilidir. Ne zaman ki egemeni taklit etme gelişmişse, bu değerlerin yozlaşması söz konusu olmuştur. Uyduruk ağalar, yozlaşmış töre hep bu egemenin taklit edilmesi sonucu açığa çıkmış tarihi utanç pratikleridir. Tarihte tüm ahlaki-politik direnç odaklarının ortak ahlaki formülasyonu şu şekilde özetlenebilir: doğru yaşama, doğru eylem, doğru düşünce, doğru ifade, doğru ilişki ve toplumsallık. Bu değerler özgürlük ve eşitlik zemininde anlam bulan, uygarlığın tüm vahşi saldırılarına rağmen insan zihninden, ruhundan, hafızasından silinemeyen direniş noktalarıdır.

 

Öze Dönüş: Xwebûn

Karl Marx, tabiat anaya değil insan doğasına başat rol vererek iki doğanın bir biriyle savaş halinde olduğunu diyalektik bir sav olarak sunar. İnsan doğası tabiatla mücadele ederek kendi varlığının farkına varmış ve bu mücadele insanlığın kademeli zaferleriyle ivme kazanmıştır. Tarihi zorunluluk gereği doğal toplum (Hegel’de kendinde varlık) yani ilkel komünal dönemin aşılması kaçınılmazdır. İnsanlığın bu çocukluk evresi aşılmadan kemale erilemezdi. Tabiat anaya olan bağımlılıktan kurtulmadan “bilinçsizlik” hali aşılamaz ve tarih yaratılamazdı. Bunun bedeli masumiyetin yitirilişi olsa da ilerlemek zorunludur, gereklidir. Doğanın işlenip yeniden üretimi Marksist kuramda emeğin en kutsal biçimi olarak tanınır ve ilgi tabiat anaya yabancılaşma üzerinde değil, insan doğasının kendi emeği arasındaki bağın kopması nedeniyle oluşan yabancılaşmaya odaklanır. Kuşkusuz ki doğanın kapitalist bencillikle vahşice sömürülmesine karşı bir duruş, insan ve doğa(tabiat ana) arasında bir denge kurma arayışı vardır. Fakat kapitalizmde amaçlanan “kâr” yerine sosyalizmde amaçlanan “verim”in ikame edilmesi doğanın sömürüsü fikrine sadece ideal bir ölçü getirir, ama ilkesel bir duruş oluşturmaz.

Günümüzdeki ekolojik felaketler dikkate alındığında doğanın (hem insan doğası hem tabiat) ilksel hali büyük önem kazanmaktadır. Bu ilksel hale odaklılık bir tür geçmişe dönüklük olarak Marksizm’in ilerlemeci diyalektiğiyle bir uyuşmazlık gibi algılanır. Diyalektik gelişme yasaları ilerlemecidir ve tarihin yorumu açısından en derinlikli bilimsel yöntemlerdendir. Ancak kültür, tabiat, ekoloji ihmal edilerek de ğerlendirildiğinde günümüz sorunlarına cevap olmakta yetersiz kaldığı yönler fazladır. İnsanlığın şu ana kadar kat ettiği yolu yeni baştan kat etmek veya “bilinci” yok edip “bilinçsizlik” haline dönmek pek olası görünmediğine göre, insan doğasının ilksel hali etrafında odaklanılmasının nedeni, doğal insan ve doğal toplum değerlerini referans alarak yeni toplumsallığın ahlaki ve politik dokusunu örmektir. İnsani tutsak kılan koşullar sorgulanmadan, gelişmenin yarattığı kültürel, ekolojik yıkım irdelenmeden bunlara alternatif sunmak zorlaşır. Gelişmenin bir de yıktığı ama hala direnç noktası olarak varlık savaşı veren hakikatin harabelerin altından çekilmesi ve yeniden güncellenmesi gereği vardır. Spinoza’nın “töz insandadır, doğadadır” sözünün işaret ettiği ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın “xwebûn” olarak tanımladığı hakikat arayışı bu biçimde anlam bulur. Xwebûn hem kendinde var olma hem de kendisi için var olmadır. Hem nesnel hem de öznel olabilme kapasitesidir. Kendinde var olma doğal bir varoluş haline gönderme yaparken; kendi için var olma ahlaki ve politik toplumsallık çabasıdır.

Öz ile toplumsallığın kesiştiği xwebûn hem anlam olma hem de anlam yaratma kapasitesidir. İnsanlık xwebûn (kendi olma) çabasında “ilk” varoluş aşamasına dönmek ve ardından yeni bir “kendi için” varoluş oluşturmakla mükelleftir. İlerlemeciliğin yanı sıra bir döngüsel zamansallık formülasyonu amaçlanır. Sade ahlaki yücelik xwebûn’da gizlidir. Bu hakikat eşiği, “nasıl bir toplum?” sorusuna bugünün talepleri doğrultusunda yanıtlar oluşturur. Zorunlu olarak aşılması gerekene bir dönüş, yeni bir bakış bugünü anlamak kadar bugüne anlam katmak, onarmak, arındırmak için gereklidir. Gökyüzüne çıplak gözle baktığımızda bile evrenin milyonlarca yıl önceki halini görebiliriz. Yok olup giden yıldızın ışığı yeni ulaşmıştır “şimdiye. Tarih şimdi dedir ve şimdi tarihtir. İnsanlık için başka bir “ varoluş” mümkün mü? Sorusu, geçmişin yeniden kurgulanması hayalini içerse de; ilerlemeci zaman mantığı bunu imkansız kılar. Ancak döngüsel zamansallıkta “şimdi»yi de tarih olarak görmek ve yeni bir “varoluş” için çabalamak, oluşturmak mümkündür. Hegelyan ilerlemecilik insan bilgisinin daima ileriye doğru gelişerek hareket ettiğini söyler ve giderek artan bir ussallık ve özgürlük sergilediğini vaaz eder. Ussal olan ayakta kalabilendir. Eğer bu mantığı kabul edersek kapitalizmi en ussal hakikat olarak görmemiz ve devlet dışı kalan her şeyi tarih dışı olarak tanımlamamız gerekir. Xwebûn kendi tarihi üzerinde düşünmek kadar kendi bilincine vararak kendine dönmektir. Hegel’den farklı olarak geçmişi basit bir aşama ve aşılması gereken bir çocukluk dönemi olarak görmez, tersine o özü yakalama çabasıyla “Mutlak Tin”in kendinde dondurduğu diyalektiği yeniden döngüsellik üzerinden canlandırır. Tarihsel hattı bükerek kendi sentezini gelecekte değil tarihin kendinde olduğu halinden çıkarmaktır. Xwebûn devrim yapmak değil, devrim olmaktır, hakikatin, etiğin, estetiğin öz ifadesi olmaktır. Son sözü Kaf Dağı’na ulaşmış Anka Kuşu’nun aynadaki aksi söylesin: “Ey insan, sen bir zamanlar Xweda idin, ama unuttun!”

 

 

 

Kaynakça
[1]Öcalan Abdullah: Demokratik Uygarlık Manifestosu, Amara yay., 2015
[2]Sankrityayan Rahul, Budizm ve Felsefe, Toplumsal Dönüşüm yay., 1998
[3]Canetti Elias, Kitle ve İktidar, Ayrıntı yay.
[4]Atabay Leyla, Konjonktürel Kimlik, Sitav Yay.,2014
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.