Düşünce ve Kuram Dergisi

Halkların Meşru Savunma Yemini: Misak-ı Milli

Nisan Akarsu

Resmi tarih okumaları daha çok bir takım ezberlere dayanır. Yaşanmış bitmiş olaylar ve olgular kronolojik bir şekilde dizilir. Tarihlerin önem sıraları belirlenir. Bu ezberler tarihsel-toplumsal olayların hikaye edilmesi şeklinde nakledilir. Ancak bu tarihsel toplumsal olayları kimin hikaye ettiği önemlidir. Yani toplumların hafızası olan tarihe nereden bakıldığı belirleyicidir. Bu hafızanın günümüze nasıl yansıdığı, şimdi de nasıl bir anlam bulduğu ve geleceğe dair nasıl bir perspektif sunduğu da ele alınması gereken konulardan biridir. Esasında tarihin zaman ve mekan gerçekliğiyle bağlantısı olarak da bunu anlamlandırabiliriz. Zamanın canlı olduğunu ve sürekli bir oluş halinde aktığını bilmek heyecan vericidir. Yine mekanın zamanla eş olan birliği, o tarihin özgünlüğünü ve özgürlüğünü belirler. Ancak ezbere dayanan tarih okumalarında böylesi özgür ve özgün yönleri bulmak, şaşırmak ve hissetmek çok zordur. Daha çok sıkı bir şekilde belirlenmiş olan vardır. Ezberlerin doğmayla eş olduğu böylesi resmi tarih söylemlerinin devletli uygarlık sistemini temsil ettiği bilinmektedir. Bu nedenle tarih okumalarımızı gerçekleştirirken her şeyden önce ezberleri bozarak işe başlayalım diyoruz. Ezber bozmak var olan tarihi hissetmek kadar, anı derinliğine anlama ve geleceği planlama gücü de verir. Hissedilen bir tarih, toplumsal hafızamıza bir saygı olacağı gibi geleceğimize karşı bir sorumluluk duygusunu yaratır. Ve An ‘da gerçekleşen hakikate büyük bir anlam katar.

Kapitalist Modernite’nin çıkarlarını temsil eden egemenlerin tarihi bu hakikatin çok uzağındadır. Bilimsel bir analizden ziyade belirgin şahsiyetlerin anlattıklarına dayanır. Toplumun çıkarları değil egemenlerin çıkarlarını savunur. Hakikati tahrif eder. Bu noktada olup bitenleri kendi çıkarları doğrultusunda hikaye etmeye, yalan üretmeye ve yalanı büyütmeye ihtiyaç duyar. Bunun bir diğer adı gerçeği gizlemektir.

Egemen olmak biraz da gizlemekle bağlantılıdır. Gizlemek için de yalan, yok sayma, çarptırma gibi yöntemler kullanılır. Bu aynı zamanda tarihin etikten koptuğu bir zamanı anlatır. Artık etik değerleri olmayan bir tarih anlayışının, egemenlerin çıkarları doğrultusunda her tarafından tahrif edilmesi ve yalanı büyütmesi işten bile değildir.

Zira resmi tarihi benimsetmekle mükellef olan şürekânın, gerçeği gizlemedeki başarısının bilimsellik olarak ifade edilmesi ise ayrıca ele alınması gereken bir durumu ifade eder. Bu nedenle bilim ve bilimci kavramlarına temkinli yaklaşmak önemlidir. Devletli uygarlığın en son tapınaklarından biri olarak da değerlendirebileceğimiz okul ve üniversitelerde yükselmenin yolu, bilim adına bu yalanların ne kadar çok üretildiği ile ilgilidir. Devletli sistemin bir numaralı sürdürücüleri olan bu şürekânın en belirgin görevi ise gerçeği gizlemek, üstünü örtmektir. Bunun için sistemin tüm olanakları onların emrine amadedir. Esas zor olan ise gerçeği savunmak, yalanı teşhir etmek ve hakikatin izinde bilimsel bir aydınlanmayı sağlamaktır. Bu anlamda jineoloji ile tarihe dokunmak, tarih ile şimdi arasındaki ilişkiyi çözümlemek, hakikati tarih içinde araştırmak, bir toplumsal olgunun sadece güncel analitik yöntemlerle tanımlanamayacağını bilmek, toplumsal gerçekliği tarihselliği içinde ele almak ve halkların çıkarları doğrultusunda tarihi yeniden yorumlamak belirleyici bir öneme sahiptir. Tarihsel toplumsal olayları jineolojik bir bakış açısıyla ele almak, hem halkları hissetmek hem de hakikate ulaşmak ve yaşanılana anlam yüklemek boyutuyla bize yepyeni bir bakış açısı sunar. Hakikatin izinde olmak bu nedenle çok heyecan vericidir.

Devletli uygarlığın soğuk, sınıflandırılmış, yaşamdan koparılmış ve tamamen egemenlerin çıkarlarına indirgenmiş tarihini okul sıralarında çokça görmüşüzdür. Bu tarihi ezberlemek gibi bir görevimiz olmasa, kimsenin bugününden yola çıkarak geçmişini anlama arayışına girmediğini de biliyoruz. Yani o okullarda öğretilen tarih daha çok ders notlarımızın arasında olan bilgilerdir. Bu bilgiler ise sınavı geçinceye kadar bize gereklidir. Ki, bu da tarihin başlangıcından itibaren yapılan bütün okumalarda esas hedeftir. Bu nedenle sunulan bilgi neyse sorgulamaksızın onu ezberleme temel görevdir. Zaten mevcut bilimin yani pozitivizmin egemenlerin çıkarını esas alan, tüketimi özendiren, bütün yaşamı parçalayarak yönetmeyi hedefleyen, kesin-ilerlemeci-sıkı belirlenimci tarzı bu ezber ve görevleri teşvik ettiği gibi güçlendirmek içindir.

Bu görevlerimizden biri de Türkiye Cumhuriyeti’nin Misak-ı Milli sınırlarına sadık kalmadır. Ama bu Misak-ı Milli neydi? Misak-ı Milli ile ne hedefleniyordu? Kelime anlamından tutalım yüklenilen anlamlara kadar Türkiye Cumhuriyeti coğrafyası üzerinde yaşayan halklar için ne ifade ediyordu? Verilen bilgiyi sorgulamaksızın aldığımız için her şeyden önce bu kavram kutsal ve dokunulmazdır. Ama bu kutsallığın kodları nedir bilinmez. Neden kutsal olduğu, neden bu kavramların dokunulmaz olduğu o okul sıralarından geçen herkesin durduk yere Mehter Marşı çaldığında duygulanması gibi bir şeydir. Tek farkı Misak-ı Milli deyince “Vatan bölünmez” sloganının her bireyin dilinde yankılanmasıdır. Ve buna inceden inceye eşlik eden bir korkudur. Sahiden de Misak-ı Milli bunu mu anlatmaktadır.?

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın her zamanki gibi bizi şaşırtan belirlemelerinden biri de Misak-ı Milli ile ilgili oldu. Kürt Sorunu’ nun demokratik çözümü kapsamında önerdiği Misak-ı Milli Komisyonu ile ilgili “Aslında bu bir Kürt-Türk misakıdır ve birlikte kurtuluştur”, “Demokratik çözüm Misak-ı Milli’ nin bir gereğidir”, “O çok korkulan Misak-ı Milli sınırları Misak-ı Demokrasi ile korunur” diye yaptığı belirlemelerden sonra bu kavram tekrar gündemimize girdi. Toplumsal sorunları tarihsel bağlamı içinde ele alarak çözen ve bu temelde zamanın her anına büyük başarılar sığdıran Kürt Halk Önderi Öcalan’ın Misak-ı Milli ile ilgili değerlendirmelerini anlamak, tıpkı diğer çözümleme ve kuramlarında olduğu gibi güçlü bir tarihi bilince sahip olmayı gerekli kılıyor. Ezberleri bozan Öcalan, hem ortak hem de demokratik bir vatanın formülünü bu eksende kapsamlı bir şekilde tanımlıyor. Tarihi demokratik uygarlık güçlerinin safından okuyan ve bunu esas alan Öcalan’ın Misak-ı Milli ile ilgili belirlemeleri, Kürt sorununun demokratik çözümünün anahtarını içinde barındırıyor. Cumhuriyetin asli kurucu üyesi olarak ulusal kurtuluş savaşına katılan Kürtlerin bu samimiyetini Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde yine Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bir çok yasalarında dile getirdiği biliniyor. Ancak 1925 Şeyh Sait İsyanı ile başlayan ve 1940 yılına kadar süren Kürt İsyan ya da direnişlerinin nedeninin de Misak-ı Milli’ den verilen tavizler olduğunu iyi bilmek gerekiyor. Sayın Öcalan’ın bu yönlü tarih okumaları halkların birlikte yaşama formülünü verdiği gibi Ortadoğu’nun demokratikleştirilmesinin yolunu açıyor. Bu eksende o dönemin koşullarını, yapılan anlaşmaları, Misak-ı Milli’ nin kapsamını, Kürtlerin durumunu, dış güçlerin politikalarını başlıklar halinde ele alacağız.

 

Sevr Anlaşması’na itirazın adı Kuvva-i Milliye

20. yüzyılın başında emperyalist güçlerin bir aracı olan Cemiyet-i Akvam (Bugünkü Birleşmiş Milletler) tarafından yeni bir dünya düzeninin oluşturulmaya çalışıldığı biliniyor. Yine birinci dünya savaşı, odağında Osmanlı İmparatorluğu’nun bulunduğu “Şark Sorunu” nu çözme amaçlı bir savaş olarak tarih kayıtlarına geçiyor. Uluslaşmaya karşı uzun süre direnen Osmanlı İmparatorluğu kendini Osmanlıcılık, Panislamizm ve Pantürkizm ile sürdürmeye çalışsa da başaramıyor. Bu yöntemlerin boşa çıkması ve hegemonik güçlerin çıkarlarıyla bağlantılı ulus-devletlerin ortaya çıkması ile birlikte Anadolu ulusçuluğunu geliştirme arayışı başlıyor. Kurtuluş savaşı süreci aslında bunu ifade ediyor.

İlk olarak birinci dünya savaşında Osmanlı imparatorluğunun bir taraf olarak yer alması emperyal güçlerin işini kolaylaştırıyor. İkincisi bölgenin bu şekilde şekillenmesinde Antant devletleri olarak da bilinen ve itilaf devletleri içinde savaşa katılan İngiltere ve Fransa’nın imzaladıkları Skyes-Picot antlaşması (1916) önemlidir. Yani daha savaş sürerken cumhuriyetin sınırları başka güçler tarafından belirleniyor. 1917 Bolşevik Devrimi bu haritanın tekrar gözden geçirilmesi gerekliliğini dayatıyor. ABD’nin son anda savaşa dahil olması da bu paylaşımda bir başka önemli yön olarak belirtilebilir.

Bu temelde savaştan hemen sonra 30 Ekim 1918’de Almanya’nın başını çektiği ve Osmanlı’nın da içinde bulunduğu ittifak devletleri yenilince, Osmanlı İmparatorluğuyla İtilaf devletleri arasında Mondros Ateşkes Anlaşması imzalanıyor. Ancak başta İngilizler olmak üzere İtilaf Devletleri bu anlaşmaya uymuyor. 1 Kasım 1918’de Musul, İngilizler tarafından işgal ediliyor. 23 Kasım’da Fransa itilaf devletleri adına İstanbul’u işgal ediyor. Yunanlılar 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkıyor, 25 Temmuz’da da Edirne’yi işgal ediyor. 16 Mart 1920’de de İstanbul İtilaf Devletleri tarafından resmen işgal ediliyor ve böylesi bir ortamda 10 Ağustos 1920’de “Sevr Antlaşması” imzalanıyor.

Yani I. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın öncülük ettiği kamp yenilgiye uğrayınca Osmanlı imparatorluğu dağılıyor ve teslim olmak zorunda kalıyor. Bu sonuca dayalı olarak savaşın galibi olan İngiltere ve Fransa oturup yeni bir Ortadoğu siyasal coğrafyası hazırlıyor. Bir tek Osmanlı hakimiyetinde olan topraklarda yirmi-yirmi beş tane devlet kuruluyor. Adeta harita üzerinde cetvelle sınırlar çiziliyor. Buna Sevr Anlaşması deniliyor. Yani Sevr Anlaşması I. Dünya savaşının galipleri olan İngiltere ve Fransa tarafından Ortadoğu coğrafyasının cetvelle devlet sınırlarına bölünmesi anlaşmasıdır. Ülkeleri, toplumları, aşiretleri, kabileleri hatta köy ve şehirleri bölen bir antlaşmadır. Sadece İngiltere ve Fransa’nın çıkarları doğrultusunda çizilmiş sınırlar değil; aynı zamanda toplumsal gerçekliğe çok ters bir şekilde ailelere kadar bölüp parçalayan bir sınır çizme durumu vardır. Sevr Anlaşması’na Anadolu’da ve Mezopotamya’da Türkler ve Kürtler başta olmak üzere halklar karşı çıkıyor ve birlikte isyan ediyorlar. Buna Kuvvay-i Milliye Hareketi denildiği biliniyor.

Halkların Sevr’e Karşı Ortak Misak’ı

12 Ocak 1920’de İstanbul’da çalışmalarına başlayacak ve tarihe son Osmanlı Mebusan Meclisi olarak geçecek olan parlamentoyu oluşturan milletvekillerinin bir kısmına, Ankara’da bir eylem planı çerçevesinde çok önemli bir “misak” tan (yemin) söz ediliyor. Bu misak ileride, Kurtuluş Savaşı’nın siyasi programı ve cumhuriyet Türkiye’sinin dış politikasının dayandığı temel argümanlarından biri oluyor.

Bu misak, Erzurum ve Sivas Kongreleri temel alınarak saptanan prensip kararlarını içeriyor ve 1920 yılının ilk günlerinde hazırlanıyor. “Misak-ı Milli” (Ulusal Yemin) olarak bilinen ve tanınan bu metin, 28 Ocak 1920 tarihinde Osmanlı Mebusan Meclisi’nde yapılan bir gizli toplantıda “Ahd-ı Milli Beyannamesi” adı altında kabul ediliyor. 12 Şubat 1920 tarihinde Mebuslar Meclisi, Edirne Milletvekili Şeref Bey’in önerisi üzerine, Misak-ı Milli’nin bütün dünya parlamentolarına ve basına açıklanmasını kararlaştırıyor.

Misak-ı Milli, ‘Ulusal Kurtuluş savaşı’ ile ulaşılmak istenen siyasi hedeflere ulaşmada göz önünde bulundurulacak ilkeleri içerdiğinden, “özgürlük bildirgesi” olarak nitelendirilmiş, zaman zaman “Magna Carta” ya benzetilmiş, hatta “Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisiyle” karşılaştırılmıştır. Ancak Misak-ı Milli üzerinde bazı tartışmalar süregelmektedir. Bunların en önemli nedeni, metnin, Meclisin açık ya da gizli resmi oturumlarında değil de, grup niteliğindeki özel toplantılarda görüşülmesi, duyulmaması için tutanak tutulmaması ve imzalanan özgün metnin de elde bulunmamasıdır.

Misak-ı Milli’ nin Kabul Edilişi

Misak-ı Milli Beyannamesi, 17 Şubat 1920 tarihinde, Edirne Milletvekili Mehmet Şeref Aykut’un bir önergesinin kabulü ile mecliste okunduktan sonra oy birliği ile kabul ediliyor. Teklif sahibi Şeref Aykut, önergesini şöyle dile getiriyor: “Ahd-i Milli’ nin bütün dünya parlamentolarına ve memleket matbuatiyle cihan matbuatına tebliğ edilmesini ve tercihan müzakeresini teklif ederim… İntihap dairelerimizden milletimiz bizlere, kendilerini temsil şerefini vererek buraya gönderdiği zaman, ilk vazife olarak, yaşama hakkını ve haysiyetini tebellür ettiren en masum haklarını ziman (teminat) altına alan, mazisinin parlak günlerini istikbal içinde düşünmek hakkı olduğunu gösteren ve bunun için de icap ederse, bütün millet fertleri olarak ölmeyi göze alan şu Ahd-ı Milli’yi ilan etmemizi istedi… Biz, maddi, manevi varlığımızın bize temin ettiği hakk-ı sarihi, hakk-ı hayatı istiyoruz. Başka bir şey istemiyoruz. Şimdi okuyacağım peyman-ı millidir. Milletin yeminidir. Türk Milleti ya bu yeminin şartlarını yerine getirecek, ya da bu yolda tarihin huzurunda şerefle silinip gidecektir. Fakat esir olmayacağız efendiler”

Meclisin bu çıkışının yurtsever bir çıkış olduğu açıktır. Bu çıkış hem padişaha hem de işgal kuvvetlerine karşı bir çıkıştır. Mustafa Kemal Paşa ise, Misak-ı Milli’ nin hiçbir zaman sınır çizmediğini ve milletin menfaatini esas alan bir yemin olduğunu belirterek şöyle demektedir: “Misak-ı Milli’ nin ne olduğunu önce anlamalı, ondan[sonra] mütecavizlerin kimler olduğunu ortaya koymalı. Misak-ı Milli hiçbir zaman şu hat bu hat diye hudut çizmemiştir. O hududu çizen şey milletin menfaati ve Heyet-i Celile’nin iabet-hazarıdır” demişti. Mustafa Kemal Paşa’nın hep sınırların belirsizliği yönünü vurgulaması dikkat çekicidir. Sahiden de Misak-ı Milli’ de açıkça belirlenmiş sınırlardan söz edilmiyordu.

Misak-ı Milli Beyannamesi

Altı maddeden oluşan sözleşmenin maddelerinin milletin çıkarlarını esas alarak hazırlandığı görülmekle beraber bu maddelerin bir çok açıdan ihlal edildiği de bir gerçektir. Beyannamenin maddeleri ve ihlal edilen yönleri şöyledir:

Madde 1: “Osmanlı Devleti’nin 30 Ekim 1918 günü mütarekenin yapıldığı sırada düşman ordularının işgali altında kalan ve Arap çoğunluğunun oturduğu kısımların kaderi halklarının özgürce verecekleri oylara göre belirlenmek gerektiğinden, sözü edilen mütareke hattı dahilinde ve haricinde, dinen, ırken ve emelen bir olan ve birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık duyguları taşıyan, sosyal bakımdan uyum içinde bulunan Osmanlı İslam çoğunluğunun oturduğu bölgelerin tümü fiilen ve hükmen ve hiçbir sebeple ayrılamaz bir bütündür” deniyor.

Bu maddenin içeriği böyle olmasına rağmen bir takım çelişkileri içinde barındırıyor. Her şeyden önce ateşkes anında Arabistan için bir halk oylaması hiçbir zaman gündeme getirilmiyor. İkincisi ateşkes anında Osmanlı İmparatorluğu sınırları dahilinde bulunan ve ateşkes ihlâl edilerek işgal edilen Musul Vilayeti Lozan Barış Antlaşmasıyla İngilizlere bırakılıyor. Üçüncüsü metinde yer alan mütareke dahilinde ve haricinde ifadesi sınır sorununu bütünüyle belirsizleştiriyor. Dördüncüsü “dinen, ırken ve emelen bir olan ve birbirlerine karşılıklı saygı ve fedakârlık duyguları taşıyan, sosyal bakımdan uyum içinde bulunan Osmanlı İslam çoğunluğunun oturduğu bölgelerin tümü fiilen ve hükmen hiçbir sebeple ayrılamaz” deniyor ama insanlar ailelere kadar bölünüyor. Irak ve Suriye sınırlarında Kürtlerin ailelere kadar yaşadığı bölünme bunun en somut örneğidir. Madde 2: “Ahalisi ilk serbest kaldıkları zamanda aray-ı ammeleriyle [özgür iradeleriyle] anavatana ilhak etmiş olan elviye-i selase [Kars, Ardahan, Batum] için ledelicap [istenirse] arayı ammeye [halk oyuna] müracaat edilmesini kabul ederiz” şeklinde ifade ediliyor.

Bu madde de ihlâl ediliyor. Halk oylaması söz konusu olmuyor ve Batum Gürcistan’a bırakılıyor.

Madde 3: Batı Trakya’nın statüsüyle ilgili. Batı Trakya’nın geleceğinin Wilson Prensipleri [self-determinasyon] gereği halk oylaması sonucu belirleneceği belirtiliyor. Bu konu aynen elviye-i selase’ de olduğu gibi halk oylaması konusu savsaklanıyor ve bu maddeye rağmen Batı Trakya denilen bölge Yunanistan’a bırakılıyor.

Madde4: “Hilafet ve Saltanat makamının korunmasıyla ilgili: “Makarr-ı Hilafet-i İslamiye ve Payitaht-ı Salatan-ı Seniyye ve Merkez-i Hükümet-i Osmaniye olan İstanbul şehri ile Marmaran-a Denizi’nin emniyeti her türlü halelden masun olmadır…” şeklinde. Bu madde de ihlal ediliyor.

Madde 5: “İtilaf Devletleri ile düşmanları ve onların kimi ortakları arasında yapılan antlaşmalardaki ilkeler çerçevesinde, azınlıkların hakları, komşu ülkelerdeki Müslüman halkların da aynı haklardan yararlanması umuduyla, bizce de benimsenip güvence altına alınacaktır”.

Madde 6: “Ulusal ekonomik gelişmemize olanak sağlamak ve daha çağdaş düzenli bir yönetimle işlerimizi yürütebilmemiz için her devlet gibi bizim de tam bağımsızlığa ve özgürlüğe ihtiyacımız vardır. Bu, yaşam ve geleceğimizin temelidir. Bu yüzden siyasal, hukuki ve mali vs. gelişmemize mani sınırlamalara karşıyız. Borçlarımızı ödeme biçimi de bu esaslara aykırı olmayacaktır” deniliyor.

Kürt ve Türk Halklarının Ortak Meşru Savunma Yemini

Aslında Misak-ı Milli bir nevi Türk ve Kürt Halkı arasında yüzyıllardır var olan birlikteliğe 1860’lardan itibaren dış devletler tarafından yapılmaya çalışılan darbeye karşı bir ortak meşru savunma yemini diyebiliriz. O dönem İttihatçıların lideri Enver Paşa’nın Turancı fikirlerine Mustafa Kemal Paşa’nın katılmadığı biliniyor. Mustafa Kemal Paşa bu görüşlere katılmadığı gibi kendi deyimiyle “çağdaş muasır medeniyet seviyesine” ulaşmayı hedefliyor. Yani öyle halife ya da saltanat sahibi olmak gibi bir amacı bulunmuyor. Kürt Halk Önderi Öcalan bu konuda, “Mustafa Kemal o dönemde kurtarılacak ne kaldıysa ancak o kadar kurtarabilmiştir. Bu da Misak-ı Milli’ dir, cumhuriyettir. Şimdi de biz demokrasiyle bir şeyler kurtarabiliriz. Cumhuriyetin demokratikleştirilmesi gerekir” diye belirtiyor.

Yine bu dönemde Bolşevik Devrimi’nden önemli destek bulan Kuvva-i Milliye Hareketi esasında saltanat ve hilafete karşı Fransız Cumhuriyet modelini rehber ediniyor. Burada çok ciddi bir siyasal devrim gerçekleştirildiğini ifade eden Öcalan, “İçte başını İngiltere’nin çektiği itilaf devletlerinin saldırılarına karşı halkların Misak-ı Milli çatısı altında direndikleri görülmektedir. Hem yerel hem ulusal çapta kurtuluş hareketini organize eden Mustafa Kemal Paşa önderliği, bu denge altında hem askeri hem siyasi bir zafer sağlayacaktır. Mustafa Kemal önderliği, aslında ciddi bir siyasal devrim gerçekleştirmektedir. Kökleri binlerce yıl ötesine giden hanedanlık ve dinsellik üzerine kurulu devlet yapısını yıkıp cumhuriyet ilan etmek çok ciddi bir devrimci pratiktir. Bu tür geri ve işgal edilmiş ülke koşullarında, o döneme kadar eşi görülmemiş bir olaydır” diye tanımlamaktadır.

Lozan Anlaşması ile İlk Taviz Veriliyor

Lozan Anlaşması’nın (24 Temmuz 1923) esası Sevr Anlaşması’yla çizilen sınırların Türkiye’de geliştirilen itiraz temelinde yeniden belirlenmesiydi. Yani Lozan Anlaşması’nın anlamı Ortadoğu devlet sınırlarında netlik sağlama, onu sonuca götürme ve esas olarak da Türkiye’nin sınırlarının belirlenmesiydi.

Ancak Lozan antlaşması Türkiye ile İtilaf devletleri arasındaki sorunları itilaf devletlerinin çıkarına çözen bir antlaşma olmuştur. Bu antlaşma aynı zamanda Ortadoğu’yu biçimlendirmiş ve bölgedeki emperyalist çıkarları güvence altına almıştır. Türkiye Lozan’da fiilen olmasa da hukuken hala Osmanlı İmparatorluğuna ait olan Suriye, Irak, Lübnan, Filistin’in manda yönetimlerine bırakılmasını kabul etti. Aynı şekilde Mısır, Sudan ve Libya üzerindeki tüm haklarından vazgeçti. 12 ada Yunanistan ve İtalya’nın hükümranlığına bırakıldı. İskenderun Sancağı Suriye sınırlarına dahil edilerek, geçici nitelikteki Türk-Fransız İtilafnamesi onaylandı. Batı Trakya Yunanistan’a, Musul İngilizlere bırakıldı. Sonuç itibariyle söz konusu antlaşmayla, Batı Trakya, Ege Adaları, Musul, İskenderun sancağı [bu günkü Hatay], Batum [Gürcistan sınırlarına dahil edildi] Misak-ı Milli hilafına verildi. Türk donanmasının Çanakkale ve İstanbul boğazını girişi yasaklandı. Ve bu durum 22 Temmuz 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi imzalanıncaya kadar devam etti.

Kürtler Misak-ı Milli’nin neresindeydi?

1919-1922 Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda aktif bir şekilde yer alan Kürtler, Anadolu ve Mezopotamya coğrafyasının meşru savunmasını güçlü bir şekilde yapıyorlar. Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında Osmanlı devlet enkazı üzerinde Misak-ı Milli çerçevesinde demokratikleşme temelinde bir şansın olduğu belirtilebilir. 1919’daki Amasya Tamimi ile Erzurum ve Sivas Kongrelerinde bu yönde temel adımlar atılıyor. 1920’de açılan TBMM’nin ilk Anayasası olan 1921 Anayasasında kurulacak rejimin demokratik nitelikleri açık bir şekilde dile getiriliyor. Yine Kürtlere dair olan 10 Şubat 1922 tarihli Kürt Özerklik Yasası TBMM’de kabul ediliyor. Mustafa Kemal Paşa 1924 başlarında düzenlediği İzmit Basın Konferansında, Kürtler için çözüm modeli olarak sınırlara dayanmayan en geniş ‘muhtariyet’ ten bahsediyor. Yine 1920’de çıkan Koçgiri İsyanı uzlaşmayla sonuçlandırılıyor. Ülkenin işgal altında olması nedeniyle bu isyan sona erdiriliyor. 1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu’yla Kürtlerin eşitliği garanti altına alınıyor. 10 Şubat 1922 tarihli Kürt Özerklik Yasası’yla karşılıklı güven pekiştiriliyor. Cumhuriyet kurulduktan sonra, 16-17 Ocak 1924’te yapılan İzmit Basın Konferansı’nda Mustafa Kemal, Kürtler için en geniş özerklikten bahsediyor.

Misak-ı Milli kapsamında olan bugünkü Irak sınırları içinde bulunan Güney Kürdistan ile Suriye’de Halep’in yukarısından başlayan Rojava Kürdistanı toprakları üzerinde İngilizlerle varılan uzlaşma sürecinde, Kürtlere yönelik en tehlikeli komplo sürecine de adım atılıyor. İngilizlerin Mustafa Kemal Paşa önderliğine dayattığı “ya Cumhuriyet ya Musul-Kerkük” ikilemi bu komplonun temelini oluşturuyor. Sonuçta Musul-Kerkük’ün İngilizlere bırakılmasına karşılık TC’nin payına düşen Kürdistan’ın inkârı ve imhası olduğunu belirten Kürt Halk Önderi, “Bu ikilem Cumhuriyet’i hızla tek parti diktatörlüğünün kılıfı haline getirdi. 15 Şubat 1925’te Şeyh Sait önderliğine düzenlenen komployla Kürtlerin ipi çekildi” diyor. Bundan sonra İngiltere’nin bölgede bulunan petrolü kontrolünde tutmak amacıyla Musul ve Kerkük bölgesini Misak-ı Milli dışında tutmak istemesi, bütün politikalara damgasını vuruyor. Ancak bu yeminin gereğinin yapılmasını isteyen Kürtler ve Türkler tarihi İngiliz oyunları ile karşı karşıya kalıyor. 1925 tarihinde çıkan Şeyh Sait İsyanı İngiliz politikalarını anlamak açısından önemli bir deneyimdir. Bu isyandan sonra Kürtler ile Türkler arasında olan tarihi bağlar çözülmeye başlıyor. İsyan Mustafa Kemal ve ekibini etkisizleştirmek için bir araca dönüştüğü gibi bu bahane ile İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak dönemi artık öne çıkıyor.

‘Misak-ı Demokrasi’ İçin Öcalan’ı Anlamak

Kürdistan’ın oluşturulmak istenen Irak temelinde parçalanmasının, Misak-ı Milli’ nin açık ihlali olduğu açıktır. Bu gelişme halklar tarafından öfkeyle karşılanıyor. İngilizlerle 5 Haziran 1926 tarihinde yapılan Musul-Kerkük anlaşması Kürtler açısından bir soykırımın da başlangıcını ifade ediyor. Öcalan bu konuda, “Sanıldığının aksine, bu sınırın çizilmesiyle sadece Musul-Kerkük petrolleri değil, aynı zamanda Kürtler kaybedilmiştir, Kürt-Türk tarihsel kardeşliği kaybedilmiştir, Ortadoğu’nun tüm halklarının kültürel bütünlüğü kaybedilmiştir” diyor. 1925’teki Şeyh Sait önderlikli isyanın aslında bu tarihsel ihaneti örtbas etmek için hem provoke edildiğini hem de anlamsız yere çok acımasız ve kanlı bir şekilde bastırıldığını belirten Öcalan, “1925 yılı bu anlamda sadece isyanın değil, asıl olarak komplonun, ihanetin ve soykırımın başlangıç tarihi olmuştur. Bu süreç Mustafa Kemal’e karşı da yürütülmüştür. Kürt isyanları fırsat bilinerek aslında cumhuriyetin devrimci özü yok edilmiştir” demektedir.

Bu temelde 1920’lerdeki Misak-ı Milli anlayışının misak-ı demokrasi şeklinde bugün hayata geçirilmesi gerektiğini dile getiren Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı anlamak tarihi önemdedir. Çünkü halkların birlikte yaşamının formülünü çok güçlü koyan Öcalan, bunun tarihsel ve toplumsal dayanaklarını da çözümlemektedir. Yüzyıllardır birlikte yaşayan Türk ve Kürt halkları başta olmak üzere, tüm Anadolu ve Mezopotamya halklarının ortak çıkarının sınırların anlamsızlığını tanımlamakla bağlantılı olduğunu çok net anlatmaktadır. Bunun yerine halklar arasında toplumların doğasına uygun bir şekilde gelişen entegrasyonları esas almanın önemini vurgulamaktadır. “O günkü coşkuyu ve birlikteliği bugün de demokrasi çerçevesinde sağlayabiliriz. O çok korkulan Misak-ı Milli sınırları misak-ı demokrasi ile korunur. O zamanki Kürt-Türk birlikteliğini şimdi yine demokrasi ile sağlamamız gerekir” diyen Öcalan sınırların tekrar oluşturulmasından ziyade bu konuda Ortadoğu Konfederasyonu’nu önermektedir. Bu konfederasyon bugün AB örneğinde görüldüğü gibi sınırların anlamsızlaştığı bir öneridir. Burada halkların entegrasyonu ve ortak ilişkileri esastır. Nitekim kırk yıldır sürdürülen mücadelenin bir sonucu olarak Kürt coğrafyası üzerinden çizilen bu sınırların anlamını yitirdiği bir gerçektir.

Misak-ı Milli Komisyonunu Kurmanın Aciliyeti

Bu temelde 1999 yılından bu yana çok sınırlı bir şekilde avukatlar ve heyetlerle yaptığı görüşmelerde önemli açıklamalarda bulunan, savunmalarında Kürt-Türk birliğinin önemine işaret eden Öcalan’ın açıklamaları ve çabası tarihidir. Öcalan’ın en çok şaşırtan önerilerinden biri olan Misak-ı Milli Komisyonu önerisinin henüz tam anlaşılamadığı bir gerçektir. Bunun nedeninin tarihe ve toplumsal gerçekliğimize eksik ve yanılgılı yaklaşımdan kaynaklı olduğunu belirtmiştik. Ancak bu yönlerimizi hızla aşmamız gerekmektedir. Özellikle Kürt-Türk birliğinin demokratik ulus temelinde inşa edilmesi için devleti müzakere sürecine çekmekte ısrar eden Öcalan’ın engin çabası biliniyor. Kürtlerin yüzyıldır yaşadığı büyük trajediyi sona erdirmek için önerdiği Misak-ı Milli Komisyonu’nun oluşturulması için bu süreç tam da zamanıdır.

Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana ilk kez Kürtler ile Türklerin masaya oturma koşullarının ortaya çıktığı böylesi bir dönemde oluşturulacak olan bir Misak-ı Milli Komisyonu halkların tarihsel birlikteliğine de güç verecektir. Kürt Halk Önderinin, Misak-ı Milli Komisyonu önerisi için, “Aslında bu bir Kürt-Türk misakıdır ve birlikte kurtuluştur” demesi de bunun ifadesidir. Kürtlerin Türkiye ile stratejik bir ittifak kurmasını tartışacak olan bu komisyonda Anadolu ve Mezopotamya kültürleri açısından Hititlerden bugüne uzanan Kürt-Türk ilişkileri açısından da Türkmen boylarından bugüne var olan ilişkilerin ele alınması tarihi önemdedir. Uluslararası komplo ile yine rollerini oynayan emperyalist güçlerin oyununu boşa çıkaran Öcalan’ın Kürt-Türk birliğini stratejik olarak ele alması hayatidir. Anayasanın demokratikleşmesinden ekonomik birliğe, 90 yılı aşan cumhuriyetin temel hatalarını tartışmaktan bugün onları aşmaya kadar bir çok konunun Misak-ı Milli Komisyonu bünyesinde yer alması Ortadoğu’nun da kaderini belirleyecektir. Mağdur edilmiş halkları, sınıfları ve kültürleri çatısı altında birleştiren bir modeli tartışmaktan demokratik eşitlikçi özgür bir anayasaya kadar her şeyin ele alınacağı böylesi bir komisyon halkların tarihsel birliğine saygının da bir gereğidir.

Yıllardır bir bölünme paranoyası ile sürekli Kürtler aleyhine gündemleştirilen Misak-ı Milli’ye en çok Kürtlerin bağlı olduğunu ve bunu demokratik temellerde güncelleştirmekden yana olduğunu anlatmaya çalıştık. Bugün Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın öncülüğünde Kürt Hareketi’nin Kürt-Türk halklarının birlikteliği noktasındaki samimiyetlerinin bir ifadesi olarak bu konuyu güncellemesi anlamlıdır. Zaten verilen fiili mücadele ile anlamsızlaşan sınırları ortadan kaldırıp kaldırmama gibi tartışmalar yerine Ortadoğu Konfederasyonu’nun oluşturulması yönündeki önerilerin de Misak-ı Milli Komisyonu’nda üzerinde durulmayı gerektiren konulardandır. O dönemin ruhu ve coşkusunun yeniden halkların ittifakı temelinde canlandırılması acil görevlerden bir diğeridir.

Başta da belirttiğimiz gibi resmi tarih tarafından gerçeklerin nasıl tersyüz edildiği ve yalanın nasıl üretildiği Misak-ı Milli ile ilgili gerçeklerde de anlaşılmaktadır. Türk-Kürt halkının tarihsel ittifaklarının bir yansıması olan bu yemine Kürtler sadık kalıp bu noktada direnirken özellikle dış devletlerin müdahalesi ile halkların birbirine düşman edilmeye çalışıldığını anlatmaya çalıştık. Ama tüm bu politikalara rağmen halkların güçlü ittifakı, birlikte yaşam kültürünün yarattığı kardeşlik hukuku önemlidir. Ve bu güç vermektedir. Bu anlamda Türkiye Cumhuriyeti tarihinin, anayasasının, kültürel ortaklıklarının yeniden ele alınmasının adı olan Misak-ı Milli Komisyonu tıpkı Sevr Anlaşması ile toprakları parçalanan halkların meşru savunma yemini olan Misak-ı Milli gibi bir rol oynayacaktır. Öcalan’ın belirttiği Misak-ı Demokrasi yani Demokrasi Yemini de bu yönüyle Cumhuriyet tarihinin eksik bırakılan demokratik özünü tamamlayacaktır.

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.