Düşünce ve Kuram Dergisi

Ekonomi-Politik ve Etik-Politik

Cengiz Baysoy

“İst” ve “izm” üzerine düşünmek… Düşünme kültürümüzde bir değişikliğe gitmek gerektiğini düşünüyorum. “İst” referansını “izm” den alır; dolayısıyla “ist”, “izm”e bağlıdır. “Marksistler” Marx’ı referans göstererek Marksizm’e bağlılıklarını ifade ederler. Kimin daha iyi Marksist olduğunun kriteri, Marx ile kurulan özdeşlik düzeyidir. Bu manada asıl önemli olan güncellemek değil uygulamaktır. Hal böyleyken “ist” ancak “izm”in özdeşliğindeki anlamdır.

Bu bakış açısı selefidir ve Marx, bu bakış açısına göre aşkın ve “idea”dır. Bizim açımızdan hakikat farklı görünüyor. “İst” temsildir ve “izm”i tekeline alarak mülkleştirir. Dolayısıyla “izm”, “ist”in siyasi mülküdür. Her “ist”, bir “izm” hakikati üretir ve her Marksist Marx’ı kendine göre “Marksizm”leştirir. İktidar gücü olarak Marksist, Marx’ı “izm”de nesneleştirerek özneleşir. Marx’a göre “ist”ler yoktur; “ist”e göre “Marksizm”ler vardır. “İzm”, “ist”in nesnelleşmesidir ve “ist”in kendi hakikat üretimidir. “İst”ler arası savaş temsillerin iktidar savaşıdır. Her “ist” için doğru tektir ve diğerleri oportünist, revizyonist, reformist ya da güncel dille ifade edersek liberal ve post-moderndir, öyle ki fark olmak bir tehlike ve tehdit durumudur.

Bundan dolayı bu makale, “ist”liği etik olarak ret etmekte ve düşünme kültüründe bir değişiklik olarak “köken (root)” temelli bir düşünme düzleminde değil, “ağsal (rizomatik)” bir düşünme düzleminde düşünmeyi önermektedir. “İst” yerine “içi” olarak düşünme denemesidir. Dolayısıyla bu makale “Marksist” değil ama Marksizm “içi” bir göçebe düşüncedir ve Marksizm içinden bir farktır. Marx, özgürdür; hiçbir “ist” tarafından mülkleştirilemez, bu anlamıyla özgürlük için her zaman devrimci bir alet çantası olarak değerini koruyacaktır. Marx, “şimdi”dir ve gelecek üzerinde düşünme ve düşündürtme gücü, bütün heybetiyle sürmektedir.

 

Modernizmin Üç Kaynağı

Genel olarak Marksistler, bilimsel sosyalizmin üç kaynaktan sentezlendiğini ve Marksizm’in bu üç kaynağın mirasçısı olduğunu ifade ederler: Alman felsefesi, Fransız sosyalizmi ve İngiliz ekonomi politiği. Bu soyutlama problemlidir ve bu üç kaynak kökten sorunsallaştırılmalıdır.

Alman felsefesi, Fransız sosyalizmi ve İngiliz ekonomi politiği komünizmin değil kapitalizmin kurucu dinamikleridir ve bu üç damar, kapitalizmin egemenlik düzlemi modernizmin kurucu gücüdür. Komünizm, alter-modernitedir ve bu üç dinamiğin radikal eleştirisini gerektirmektedir.

Evet, “Marksizm, aynı zamanda bu üç kaynağın eleştirisidir” diyen itirazları duyar gibiyim. İşte tam da bu boyut problemlidir ve üzerine düşünülmelidir. Alman felsefesi Hegel ile sınırlanmış ve Hegel eleştirisi de ters duran diyalektiğin ayaklar üzerine oturtulmasıyla yine diyalektik içinde kalmıştır. Burada yapılan şey aslında modernist metafiziğin bilimselleştirilmesi ve materyalistleştirilmesidir. Velhasıl Marksist gelenek gerçekçi bir Alman felsefesi eleştirisi yapmamıştır.

Ekonomi politik eleştirisine gelince, Marksist geleneğin üç özeleştirisinden biri ekonomi politiğin aşırı öne çıkarılmasına dayalı olmasına rağmen Marksist gelenek, ekonomi politik içinden hiçbir zaman çıkmamıştır. Komünizm ekonomi politik içinden düşünülmüştür. Benzer şekilde Fransız toplumculuğu eleştirisi de ulus -devlet fikri içinde kalmıştır. Marx’ta modernizm eleştirisi yoktur ve modernizmin krizinin ürünü olan kapitalizm, emperyalizm ve faşizmin eleştirisi modernizmin içinde kalınarak yapılmış; kapitalizm, emperyalizm ve faşizm eleştirisi modernizm eleştirisine dönüşmemiştir. Bu durum problemdir ve bu problem sorunsallaştırılmalıdır.

Alman felsefesi Hegel’den ibaret görülmüş ve Alman felsefi anlaşılmadan diyalektik ezberlenmiştir. Oysa Alman felsefesini yalnızca Hegel ve diyalektik düşünce ile sınırlandırmak, Alman felsefesini hiç anlamamak anlamına gelir. Alman felsefesi batı düşünme ve metafizik geleneğinin “kavram”, “özdeşlik”, “mutlak”, “bir” ve “akıl” egemenliğinin, “evrensellik”, “bilinç” ve “özne” kavramları üzerinden yeniden kurulmasıdır. Alman felsefesi, modernizmin kurucu metafiziğidir.

Descartes, Leibnez ve Kant, Fichte ve Schelling anlaşılmadan Alman felsefesi ve Hegel anlaşılamaz. Ayrıca Alman felsefesini ve Alman felsefesi eleştirisini Feuerbach ile sınırlayarak düşünmek tam bir sığlıktır. Eğer gerçekçi bir Alman felsefesi eleştirisi üzerine düşünecek olursak bunun adresi Nietzsche’dir. Ne yazık ki Marksistlerin entelektüel gücünde Nietzsche’nin yeri yoktur.

Konumuz başlı başına Alman felsefesi üzerine düşünmek olmadığından makalenin sınırları içinde temel saptamalara değinmekle yetineceğiz. Descartes, Leibnez ve Kant, özdeşlik, düşünce ve bilincin belirleyiciliği üzerinden “özne” felsefesinin kurucu filozoflarıdır. Hegel klasik özne felsefesinin en üst formudur. Descartes, “düşünüyorsam öyle ise varım” dedi. Varlık kavramını düşünceyle özdeşleştirdi. Düşünceyi bedenden ayırdı. Düşünceyi “ben”de tözleştirdi. Töz ve varlık olarak düşünce böylece özne haline geldi. Modern özne felsefesini düşünce kavramı üzerinden ilk kuran Descartes’tir. Descartes ile birlikte özne, belirleyen fakat belirlenmeyen “ özgür irade”dir. Liberalizmin hücresi “birey” kavramının modern kökü “özgür irade” böylece Descartes’ten gelmektedir.

Kant, Descartes’in düşünce ve beden ayrımına ve düşünceyi kendinde bir varlık olarak tözleştirmesine özne adına müdahale eder. Kant felsefesi, metafiziğin bilimselleştirilmesi ve böylece modernleştirilmesi demektir ve esasen bir özne teorisidir. Kant, aklı bedenden ayırmaz; fakat akıl, bedenin bilgisinin koşuludur. Beden aklın nesnesidir. Bedenin bilgisi, aklın sezgisel formları olan zaman ve mekân koşuluyla nesneleştirilebilir. Kendinde varlığın bilgisi bilinemez, ancak ve ancak aklın zaman ve mekân formlarının koşulunda deneyimlenebilecek fonemler bilinebilir. Bu bağlamda akıl bedeni deneyimleyerek yargısını verir. Kant’ta özne, yargıdır. Descatres’te düşünce özgürdür ve bedene aşkındır. Kant için ise düşünce her türlü sonuca varabilir, fanteziden sabuklamaya kadar sınırsız bir güce sahiptir. Fakat kesin bilgi için bu yeterli değildir. Kesin bilgi, zaman ve mekânın koşullarında deneyimlenen fenomenin nesneleştirilmesiyle elde edilecek yargı ile mümkündür. Böylece, Descartes felsefesindeki düşünce kavramı, Kant’ta aklın koşulunda nesneleştirilerek elde edilen evrensel yargı olan bilinç kavramıyla disiplin altına alınmıştır. Bilinç, düşüncenin deneyim içinden bilimselleştirilmesidir. Evrensel yargı, Kant’ta özne bilinçtir. Dolayısıyla Kant’la birlikte aşkınlıktan aşkınsallığa, keşiften, icada, analitikten senteze geçeriz.

Kant felsefesi sayesinde Descartes’teki düşünce-beden ikiliği, özne-nesne ikiliğine dönüşmüştür. Kant’ın metafizik tarihi içindeki en önemli yeri, metafiziğin bilimselleştirilmesi üzerinden metafiziğe yaptığı müdahaledir. Metafiziğin kökü “arche”dir ve metafizik ölçü için kök nedir? diye sorar. Sonsuz, mutlak, değişmez olan hakikatin “arche”si nedir? Kant felsefesinde “arche” koşula dönüşmüştür. Ölçünün “arche”si Descartes felsefesinde şüphe iken, Kant felsefesinde ölçünün koşulu sezginin formları olan zaman ve mekândır. Kant’la birlikte modern bilimin tanrısı olan ölçü gücü, zaman ve mekân olmuştur. Öyle ki zaman ve mekân ile ölçülemeyen şey nesnelleştirilemez; nesnelleştirilemeyen şey ise hiçbir şeydir. Sermaye zaman ile ölçülebilen emek-değerdir. Para, soyut emek zamandır. Pozitivizmin koşulu öznedir ve özne, nesneleştiren ölçü ve temsildir. Marx, ölçü içi düşünürdür; ölçü dışı ve ölçülemezlik üzerinden bir emek-değer teorisi ve bir materyalizm düşünmemiştir. Liberalizm de ölçü içi bir emek-değer teorisidir.

Tarih zamanın, toplum ise mekânın oluşudur. Tin, tarihin toplumda kendini düşünümlediği bilinç öznedir. Descartes’teki düşünce üzerinden özneleşen töz, Hegel’de ise bilinç özne üzerinden Tin, mutlak ve “kavram”dır. Modernizm öncesi metafizik tarihinde diyalektik, duyulardan, maddeden uzak salt aklın apriori hareketiydi. Hegel’de diyalektik tarihsel ve toplumsallığı içine alan bilinç öznenin düşünsel devinimidir. Kant için epistomolojik özne Hegel’de ontolojik öznedir. Düşüncenin düşünce üzerine düşüncesi diyalektiktir. Hegel’de diyalektik, özdeşliğin modernist devinimidir. Tanrının yeryüzündeki adımları modern devlet ve bürokrasi bilinç özne; sivil toplum ise nesnelleşen ve başkalaşan bilinç öznenin olumsuzlanmasıdır. Olumsuzlamanın olumsuzlaşmasının özdeşlikte olumlanması, devlet ve tarihtir. Devlet ve tarih, oluş içinde zaman ve mekândır. Oluş ve akış, ölçü gücü zaman ve mekân formuyla kodlanır ve kapılır. Bilinç; hareketi, oluşu ve akışı kodlama ve kapma düzeneğidir. Zorunluluğun bilinci devletin yaşamı kapma pratiğidir. Bilinç, ölçülemez olan ve etkinliğin içkin gücü genel zekâ değil, genel iradedir.

Hegel sonrası özne ve bilinç felsefesi fenomenoloji üzerinden devam etti. II. Dünya savaşından sonra öznenin, bilincin kuruculuğu ve hümanizm, Marksizm’in içinde önemli bir ağırlık oluşturuyordu. Bu süreçte Althusser, önemli bir çığlık attı: “Tarihin öznesi yoktur”. “Tarihin öznesi yoktur”, ifadesi anti-Hegelci bir soyutlamaydı. Althusser’in yaptığı aslında o dönem Marksist gelenek içinde kimsenin cesaret edemediği ve edemeyeceği, Alman felsefesinin özü olan bilinç ve özne felsefesine yöneltilen köklü bir eleştiriydi. Bu minvalde düşünüldüğünde -post-yapısalcılığın kurucusu yapısalcılıktır.

Althusser’in bu başkaldırısı aslında Marx’ın özne ve bilinci kuran Alman felsefesinden kopuşunu hatırlatıyordu. Althusser, Marx’ı bize yeniden hatırlattı: “Bilinç, varlığı değil; varlık, bilinci belirler.” Kurucu olan özne ve bilinç değil; kurulan özne ve bilinçtir. İdeoloji ve ideolojik hegemonya aygıtlarının maddileştirilmesi “özne”leşme açısından önemlidir. Böylece önü kesilemeyecek bir tartışma başlamış oldu: Sermaye birikimi bir iktidar birikimi ve bir özneleştirme üretimidir.

Marx’a göre sivil toplumu belirleyen politik alan değildir, tam tersi politik alanı belirleyen sivil toplumdur. Böylece üst yapıyı belirleyen alt yapı metaforu doğmuş oldu. Sınıflar mücadelesinde sınıfların çıkarını belirleyen ekonomik altyapıdır. Marx ilişkisellikten çıkmasına karşın “yapı”ya öncelik verir. Devrim, devrimin ekonomik maddi koşullarının belirlenimi oluşmadan gerçekleşemez. “Devlet”in sönümlenmesi ekonomik maddi koşullara bağlıdır. Proletaryanın ücretli emek olmaktan çıkmasını sağlayacak ekonomik maddi koşullar olgunlaşmadan emeğin iktisadi kurtuluşu ve sınıf olarak kendisini ortadan kaldırması bilimsel olarak mümkün değildir.

Liberalizm açısından modernizmin dispozitifi ekonomi politiğin bilimselleştirilmesidir ve bu dispozitif, tarihi ekonomi politik içinden okumayı emreder. Marx, ekonomi politiğin, yine ekonomi-politiğin bilimselleştirilmesi içinden eleştirilmesidir. Ekonomi politik, pozitivist bir bilimdir ve kapitalizmin iktidar birikimi için ürettiği bir hakikat üretimidir. Liberalizm, iktidar pratiğinin yaratmış olduğu gerçeklik üzerinden bilgi alanları açar. Ekonomi politik liberalizmin iktidar pratiğinin açmış olduğu bir gerçekliktir.

Althusser ile birlikte bilimsel Marx, yeni olan yapısalcılık kavramı üzerinden tartışılmaya başlandı. Aslında tartışma, yapısalcılık üzerinden bir Marx okuması yapmıyor, bilimsellik adına Marx’ın yapısalcılığını keşfediyordu. Bu ya olumlanacak ya da sorunsallaştırılacaktı. Althusser birinciyi seçti; böylece düşünme dünyasındaki zikzaklar, bunalımlar ve özeleştiriler kaçınılmaz oldu.

Ölçü üzerinden bir bilim felsefesi pozitivizm ve liberalizmdir. Ölçülemezlik ya da ölçü dışı bir materyalist bilim felsefesi, politik olarak kurulamadı. Kant felsefesindeki kurucu özne, yargı yani evrensel ilke; yapısalcılıkta bilimsel yasalara dönüştü. Sınıflar mücadelesi bu yasaları hızlandırabilir ya da yavaşlatabilir ama asla ortadan kaldıramazdı. İdealist metafiziğin kökü özdeşliktir. Sonlu olan sonsuz olanın özdeşliğinde kapılır. Devinim, oluş ve akış her zaman ölçü olan özdeşlikte kodlanmış ve kapılmıştır. Kopyalar ideada, nesne öznede, toplum devlette kapılır. Yapısalcılıkta, yapı özdeşliktir. Sınıflar mücadelesi ve komünizm, “yapı”nın bilimsel yasaları tarafından kapılmıştır. Koşul olarak özne ve yapının ikisi de oluşu özdeşliğe mahkum etmiştir. Yapısalcılık, modernizmin metafiziğinin materyalistleştirilmesidir. Tarih, emeği verimli kılacak üretici güçlerin gelişmesi tarihidir. Yapı; yasa ve erektir, belirler, fakat belirlenemez. Materyalizm adına bilim aşkınlaştı; modernizm adına bilim tanrılaştı. Nietzsche haklıydı… ölçülemez olan oluşun şen bilimi; oluşu, akışı kodlayan ve kapan pozitivist bir bilim dışında özgürlük sosyolojisinin, emeğin, özgürlük ve devrimin bilimiydi.

 

Marx’ta Kırılma: 1848 Özeleştirisi

19. yüzyıl, Avrupa sokaklarının devrim istediği bir yüzyıldır. İşçilerin, köylülerin ve yoksulların devrim talebinin sokak barikatlarında somutlaştığı bir yüzyıl. Bu yüzyıl, bütün modern sınıfların ekonomik ve politik olarak en derin çelişki ve çatışmalarla kurulduğu siyasal bir tarihtir. Buna bağlı olarak “1848 özeleştirisi” de bu önemde bir değere sahiptir. 1848 özeleştirisi öncesinde Marx’ta diyalektik yoktu; Marx, 1848 özeleştirisi ile birlikte Hegel’e, diyalektiğe geri döndü.

Marx’ın 19. yüzyılda, politik sorumluluğunu teorik sorumluluk ile sınırladığı doğrultusunda yorumlar yaygındır. Bu yorumlar yanlış olmamasına karşın çok ciddi bir eksikliği de taşır ve bu eksiklik Marx’ın 19. yüzyılı etkileyen politik sorumluluğunu unutturmaktadır. Bu Marx’ı yalnızca metin içinde okumaya ve kavramlara kapatmaya yöneltmekte, kavramlarla tarih arasındaki ilişkiyi kuran politiklikten bizi uzaklaştırmakta ve Marx okumasını Kapital’e, dahası iktisada sıkıştırmaktadır.

Marx, 1848 yenilgisi sonucu İngiltere’ye yerleşti. Bilimsel Marx ve eserlerin doğduğu coğrafya İngiltere’dir. 1871 Komün yenilgisinden sonra Marx’ın kuramsal olarak üstlenmek zorunda olduğu sınıflar mücadelesi pratiği Almanya’da yaşanandır. Almanya, Marx’ın Marksizmleştiği ilk uğraktır. Alman Marksizm’i, ayrıca, sokakları devrim isteyen 1848 ve 1871 komün gibi devrimci pratiklerin yenilgisi üzerinden kurulmuştur.

Uzun bir zamanın deneyiminden ve Alman sınıflar mücadelesi içinden konuşan Engels’in 1895’te Marx’ın yazdığı Fransa’da Sınıf Mücadelesi kitabı için kaleme aldığı ön söz, Marksist gelenek açısından tarihi bir metindir. Engels, “Ama tarih bizi de haksız çıkardı, bizim o zamanki görüşümüzün bir yanılsama olduğunu ortaya koydu. Hatta daha da ileri gitti: yalnız bizim o zamanki yanılgımızı savurmakla kalmadı, proletaryanın, içinde dövüşmek zorunda olduğu koşulları da baştan aşağı altüst etti.” 1 1895’te durarak 1848 Avrupa’sı üzerine düşünen Engels’in bu ifadesi, sorunun köklü ve bütünlüklü bir sorun olduğunu bizlere gösteriyor. Metnin içinde yürümeye devam ettiğimizde, “Tarih bizi ve benzer düşüncede olanların hepsini haksız çıkardı. Tarih gösterdi ki, kıta üzerindeki iktisadi gelişme durumu, o zaman, kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamıştır; ve tarih, bunu 1848’den bu yana bütün kıtayı kaplamış olan ve Fransa’da, Avusturya’da, Macaristan’da ve son olarak Rusya’da büyük sanayiye ancak şimdi gerçekten söz hakkı veren ve Almanya’yı da birinci sınıf bir sanayi ülkesi durumuna getiren – bütün bunlar kapitalist bir temel üzerinde, yani 1848’de pekala genişlemeye elverişli bir temel üzerinde olmak üzere – iktisadi devrimle tanıtlandı.”2 ifadesi ile karşılaşıyoruz. Bu ifadelerde dikkatimizi çeken nokta, “iktisadi devrim” kavramıdır. Üretici güçleri geliştirme bağlamında iktisadi devrim devam etmektedir ve üretici güçleri geliştiren bu iktisadi devrimin yalnızca 1848 dönemini ifade etmemesi ve 1895 yılını da içine alan bir süreci kapsamasıdır.

Üretici güçlerin gelişmesi emeğin verimliğinin artmasını, emeğin, ücretli emek altında sınıflaştırılmasını ve artı-emek zamanın yükselmesine bağlı sömürünün yoğunlaşmasını ifade etmesine rağmen karşımıza şu sonuç çıkar: “İktisadi devrim” devam eder ama devrimin maddi koşulları oluşmaz.

Bu durum bize iki soru sordurtmaktadır:

1) Devrimin tarihsel ekonomik koşulları nasıl olgunlaşacak? Sermayenin kendini olumlama pratiğini tamamlayan ve sermayenin kendi elleriyle kendisini yok edeceği ekonomik maddi koşullar ne zaman gerçekleşecek?

2) “O zaman” gelene kadar işçi sınıfının politik taktiği ne olacak?

Birinci soruya yanıtı Marx’ın değişik yapıtlarında açıkça bulabiliriz. İkinci soruya yanıt ise Alman Marksizm’idir. Marx’ın birinci soruya verdiği yanıt çok açıktır: Üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki diyalektik çelişki. Devrimin ekonomik maddi koşulu, üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişimini durdurarak üretim sürecini kilitlemesi ve burjuva üretim ilişkilerinin anlamsızlaşmasıdır. Üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki diyalektik çelişki olgunlaşıp bu noktaya gelmeden gerçekçi bir devrimin maddi koşulları oluşamaz. Peki, bu diyalektik çelişkinin olgunlaşmasının kriteri nedir? Marx’ın bize verdiği yanıtlar, “Burjuva toplumun üretici güçlerinin, içinde burjuva koşullarının izin verdiği bollukta geliştikleri bu genel gönenç dolayısıyla gerçek devrimden söz edilemez.”3, “Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman toplumsal devrimler çağı devrimler çağı başlar.” 4 “İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olamaz…”5 “Yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrından çiçek açmadan, asla gelip yerlerini alamazlar.” 6 ifadelerinde bulunabilir.

Marx’ın bu değerlendirmelerinde örgütlenme, mücadele biçimi, devrimi yapacak sınıfsal güç ilişkilerinin oluşumunda sınıf ittifakları ve taktiksel pozisyonlar üzerinde durulmadığı görülmektedir. Marx, 1850’de bundan çok daha farklı bir değerlendirmede bulunur “Böyle bir devrim, ancak şu iki etmen, modern üretici güçler ile burjuva üretim biçimleri çatıştıkları dönemlerde mümkündür”(7) diyerek nesnel ve bilimsel bir yasanın soyutlamasını yapıyordu. Biraz daha ilerlersek, Marx 1848 devrimi için çok derin bir değerlendirmede bulunur: “Ama bu yenilgilerde yenik düşen devrim değildi. Yenilgiye uğrayan, devrim-öncesi geleneksel uzantılar, keskin, uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları noktasına henüz gelmemiş olan toplumsal ilişkilerin sonuçları idi.”(8) 1848 Avrupa’sını sallayan devrim, tarihin bilimsel yasasına, keskin uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları noktasına henüz gelmemiş olan toplumsal ilişkilerin sonuçlarına çarpmıştı.

Marx’ın bu soyutlamaları, tarihi, sınıflar mücadelesi tarihini sermayenin kendini olumlama diyalektiğinin içine nasıl kapattığını bizlere gösteriyor. Emeğin kendini olumlama politikliğini, sermayenin kendini olumlama pratiğinin diyalektiği içine kapatmakla, ondan çıkarmak arasında politik bir tercih yapmak zorunluluğu ile karşı karşıyayız. Bu durum, günümüz sınıf mücadelesinin bütün Marksistlerin yüzüne tuttuğu aynadır.

Sermayenin eğilimi, toplumsal ilişkilerin bütününü fabrikalaştırmak ve şirketleştirmektir. Dünya tek tekele gidene kadar üretici güçleri geliştirmek sermayenin genel yasasıdır. Kapitalizmin teknik temeli devrimcidir. Bu bağlamda kapitalizm sürekli bir ekonomik devrim içindedir. İçerebileceği bütün üretici güçleri içermek sermayenin diyalektiğidir. Fakat tarihsel maddi hayatın ontolojisi içinde baktığımızda güç ilişkilerinin çatışmaları içinde olduğumuzu göreceğiz. Üretici güçlerin gelişimi, emeğin sürekli tahakküm altına alınması ve sermaye dışı ve sermaye içi güçlerin yeniden ve yeniden düzenlenmesidir. Bu manada üretici güçlerin durması ve gelişimi politiktir. Öyleyse üretici güçlerin gelişmesi, emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılmasının politik teknolojisidir. Emeğin sınıflaştırılmasına karşı sınıfsızlaştırılmasının politiği, üretici güçlerin gelişimine içkin sermaye birikiminin diyalektiğini kırmaktır. Üretici güçler ile siyasi güç ilişkileri arasında bir hiyerarşi yoktur. Yani, politik güçlerle üretici güçler arasında ast-üst ilişkisine dayalı bir belirleme yoktur. Üretici güçler ile güç ilişkileri eşzamanlı, birbirlerine içkin, eşitsiz, dengesiz ve birleşik bir devinim olarak iktidar birikimidir. Üretici güçler, güç ilişkilerinin bedeninde konuşur. Tarih gerçek anlamda güçler arası mücadelenin tarihidir. Mülkiyet ilişkisinden bağımsız bir üretici güçler gelişimi yoktur. Mülkiyet ilişkileri üretici güçlerin dilidir. Devrim, devlet, emeğin sınıfsızlaşması, güç ilişkilerinden bağımsız üretici güçlerin gelişimine bağlı değildir. Böyle bir “Tin” yoktur. Güç ilişkilerinden bağımsız ekonomik maddi koşullardan bahsedilemez. Ekonomi politik bilim değil sermayenin toplumsal ilişkileri özneleştirdiği bio-politik bir dispozitiftir.

Bizim yapısalcı diyalektik metafizik ifadesinden kastımız ekonomik yapının tek belirleyici güç olmasıyla sınırlı değildir. Marksizm’in verdiği biri örtük, üç özeleştiriden biri de ekonomik alanın belirleyiciliğini öne çıkartıp diğer belirleyici dinamiklerin “savsaklandığına” dair özeleştiridir. Engels’in, 1890 tarihinde Bloch’a, 1893 tarihinde Mehring’e ve 1894’te Borgius’a yazdığı mektuplarda açık ve net olarak bu durum okunabilir. Bu, klasik fakat tüketilmemiş altyapı-üstyapı tartışmasına geri dönmek değildir. Meselemiz, yapısalcı diyalektiğin komünizmin ekonomi politiğini de kapsayan bir erekselliğe sahip olmasıdır. Yapısalcı diyalektiğe göre komünizm bugüne içkin politik bir pratik değil, tarihsel bir erektir.

1848 Avrupa’sının sokakları gerçekti ve haklıydı, çünkü devrimin tarihsel koşulları mevcuttu. Marx’taki yapısalcı diyalektik, devrimi, ekonomik maddi koşulların olgunlaşmasına bağlayarak sermayenin kendini olumlama diyalektiğine kapattı.

İkinci sorumuza gelirsek, ekonomik maddi koşular olgunlaşana kadar politik taktiğimiz ne olmalıydı? Engels’ten aldığımız yanıtlara bakalım: “1848’in savaşım tarzı bugün her bakımdan eskimiş, zamanı geçmiştir.”(9) “Dünya tarihinin acı cilvesi her şeyi altüst ediyor. Biz, ‘devrimciler’, ‘kargaşalık çıkaranlar’, legal yollarla, illegal yollarla ve kargaşa ile olduğundan çok daha iyi gelişiyoruz, başarılı oluyoruz. Kendi kendilerine verdikleri adla düzenin partileri gene kendilerinin yarattıkları yasal (legal) durum yüzünden yok olup gidiyorlar. Onlar, Odillon Barrot’un ağzından umutsuzlukla bağırıyorlar: yasallık (legalite) bizi öldürüyor, oysa biz, bu legalite içinde kaslarımızı sağlamlaştırıyor, yanaklarımızı pembeleştiriyoruz ve sonsuz gençliği soluyoruz.”(10) Evrim ve devrim döneminin art zamanlılığı ve ikiliğinin kuramsal arka planı yapısalcı diyalektiktir. 1848 devriminin Marksizm’de yaratığı kriz üzerine pek kimse düşünmedi; tam tersi rasyonalize edilerek üstü kapatılmaya çalışıldı: Marx, kapitalizmin rekabetçi (yani ilerici) döneminin düşünürüydü. Devrimler çağını ifade etmiyordu. Emperyalizm ile birlikte bilimsellik gereği burjuvazi gericileşti. Buna rağmen evrim ve devrim döneminin eş zamanlılığı ve içiçeliği üzerine Mahir Çayan dışında pek düşünen olmadı. Sermaye, emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılmasına içkindir ve burjuvazi asla ilerici olarak düşünülemez. Marksizm’in aporia’sı emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılmasını üretici güçlerin gelişimi olarak görmesidir. Emeğin verimliliği sonucu toplumsal zenginlik gürül gürül akana kadar da burjuvasız burjuva hukuku altında emeğin ücretli emek olarak sınıflaştırılmasını bilim adına meşru bulmasıdır. Endüstrileşme tapılacak hedeftir.

1848 devriminin yenilgisi, karşı devrimin ulus-devlet egemenliği kurmasıyla sonuçlandı. 1848 devriminde işçi sınıfı, dünyalı ve enternasyonalist en örgütlü güçtü. Burjuvazi, ulus-devlet zaferiyle işçi sınıfını ulusal bir güce dönüştürerek siyasi mülkiyeti altına aldı; kapitalist toplumsal ilişkileri işletip çalıştıran sınıfsal bir güç, bir özne haline getirdi ve sosyal açıdan şovenleştirdi. Bu imzanın sahibi Alman Marksizmidir. Ulus-devletin bedellerini insanlık çok ağır ödedi. Emperyalizm: 1. Dünya Savaşı, faşizm: II. Dünya savaşı…

 

Komünizmin Ekonomi Politiği

Marx Alman İdeolojisi kitabında, “komünizm bize göre ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ideadır. Biz bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz” (11) diye yazar. Bu ifadede görüldüğü gibi Marx açısından komünizm, “ne yaratılması gereken bir durum” bağlamında toplum mühendisliği, “ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir idea” bağlamında ereksel nedenselliktir. Marx açısından komünizm, bugünkü duruma son verecek “şimdi”ye içkin politik hareketin kendisidir. Ne “idea”, ne de “tasarı”dır, komünizm, harekete içkin amaçtır ve politiktir; kapitalizmi yıkan içkin politik kudrettir.

1848 özeleştirisi ile birlikte “bilimsel olmayan” Marx, “bilimsel” Marx’a dönüşür. Komünizm kavramını anlamlandırma mantığı da “bilimselliğe” göre değişir. Marx 1871’de Paris Komünü üzerine yazdığı Fransa’da İç Savaş kitabında, “Komün’ün gerçek gizemini… emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşme olanağını sağlayan siyasal biçimi alması oluşturur”(12) ifadesiyle değerlendirir. Burada altı çizilmesi ve üzerine düşünülmesi gereken, “emeğin iktisadi kurtuluşu” ifadesidir. “Emeğin iktisadi kurtuluşu” ne demektir? Dikkat çeken şey, devrimin ya da politik olanın “emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşme olanağı” olarak görülmesidir. Demek ki politik olan, “emeğin iktisadi kurtuluşu” için bir olanak ve “emeğin iktisadi kurtuluşu”na göre sönümlenecek olan bir olgudur. Bu durumda “emeğin iktisadi kurtuluşu” ifadesinin izini sürmek gerekmektedir.

“Emeğin iktisadi kurtuluşu”nun ne demek olduğu Kapital ve Grundrisse’de anlaşılmasına karşın, 1875’te kaleme alınan Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi kitabında çok daha çarpıcı bir biçimde ifadelendirilmiştir: “Emek, evrime uğrayarak toplumsal emek haline geldiği ve böylelikle zenginliğin ve kültürün kaynağı olduğu ölçüde, emekçide yoksulluk ve teslimiyet, çalışmayanda servet ve kültür gelişir. Bugüne dek bütün tarihin yasası böyledir.”(13) “Emeğin iktisadi kurtuluşu” ifadesinin biraz daha netleştiği, bu alıntıda görülmektedir. Emek, zenginliğin, kültürün ve boş zamanın kaynağı ve bir sonraki alıntıda ifadelendirilecek olan “yalnızca bir geçim aracı” olmaktan çıktığı zaman, emeğin iktisadi kurtuluşu mümkündür. Bu durumda soru şudur: Emeğin zenginliğin, kültürün ve boş zamanın kaynağı ve bir geçim aracı olmaktan çıkması bağlamında emeğin iktisadi kurtuluşu etik-politik mi yoksa ekonomi politik midir? Marx’ın bize verdiği yanıt bizim açımızdan açık ve nettir: “Hukuk, hiçbir zaman, toplumun iktisadi durumundan ve ona tekabül eden uygarlık derecesinden daha yüksek olamaz. Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasından, bireylerin iş bölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, yalnızca bir geçim aracı değil, ama kendisi birincil yaşamsal gereksinim haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimde gelişmeleriyle, üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman, burjuva hukukunun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak”tır.(14) Bu alıntıda görüldüğü gibi yalnızca kapitalizmin ekonomi politiği yoktur, aynı zamanda komünizmin de ekonomi politiği vardır. Kapitalizmde olduğu gibi komünizmde de ekonomi-politik, politikliği belirler, bir başka deyişle altyapı-üstyapı ayrımı komünizmde de devam etmekte ve işlemektedir. Politik olan, hâlâ “üstyapı”dır. Emeğin iktisadi kurtuluşu, emeği, zenginliğin, kültürün ve boş zamanın kaynağı ve bir geçim aracı olmaktan çıkartacak olan toplumsal zenginliğin gürül gürül akmasına bağlıdır. Ancak komünizmin toplumsal zenginliği “herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre” aşamasına gelmeden, emeğin iktisadi kurtuluşunun koşulları yoktur. Zaman, emek-değerin ölçüsü; emek de ücretli emek olmaya devam edecektir. Sözün kısası burjuvazi politik, ekonomik ve kültürel olarak yok olsa da burjuva hukukunun varlığı devam edecektir. Bu burjuva hukuk, emek-değerin ölçüsü olarak zamanın varlığından ve emeğin ücretli emek olarak, bir sınıf olarak varlığını sürdürmesinden kaynaklanmaktadır. Burjuva hukukuyla, emeğin sınıf olarak kendi üzerinde politik tahakkümü kendi elleriyle devam edecektir ve bu durum “bilimsel” olarak kaçınılmazdır; burjuvasız burjuva hukuku ve politik tahakküm, emeğin iktisadi kurtuluşu sağlandığı oranda sönümlenecektir. Bu geçişe sosyalizm adını verdik. Fakat bizim bildiğimiz bu sosyalizm siyasal bir geçişti; oysa karşımızda duran ekonomi politik bir aşamadır. Siyasal geçiş olarak proletarya diktatörlüğü meşrudur; ekonomi politik aşama açısından proletarya diktatörlüğünün meşruluğu neyi ifade etmektedir. Bu durumda da bir rasyonalizasyon bulduk: emperyalizm… Bu sefer de devletin varlığını ekonomi politikten koparmıştık. Bu makale devlet kapitalizmi altında emeğin sınıfsallaştırıldığını ve sömürüldüğünü sosyalist devletin ekonomi politik temeli olduğunu hatırlatmaktadır.

Bilimsel olmayan Marx’ın Alman İdeolojisi’nde komünizm politiktir, anti-kapitalizmin etiği kudretidir ve kapitalizmin ve ekonomi politiğin politik eleştirisidir. İşçi sınıfının kendisini sınıf ve ücretli emek olarak reddi, politiktir. Fakat bilimsel Marx’ta komünizm, politikten ekonomi politiğe dönüşür. Komünizm, ekonomi politiğin devrimci eleştirisinden üretici güçlerin geliştirilmesi ve hızlandırılmasına, emeğin toplumsal verimliliği üzerinden toplumsal zenginliğin birikimine indirgenmiştir; sınıfın sınıf olarak reddi politik değil, ekonomi politiktir. Marx’ın emek değer teorisi, kapitalizmin devrimci eleştirisinden modernizmin ilerlemeciliğine, kalkınmacılığına gömülmüştür.

Marksizm’in ikinci “aporia”sı, zorunluluk ve özgürlük kavramlarını ekonomi politik üzerinden ayrıştırmasıdır. Bu, Antik Yunan ve Aristo’dan gelen anlayışın devamıdır. Özgürlük, bedensel çalışma dışında olduğu zaman mümkündür. Zorunluluk boş zamanı üretir; boş zaman da özgürlüğü üretir. Köleler boş zaman üreten zorunluluk dünyasının bedenleridir. Köle sahipleri ise kölelerin yarattığı boş zamanın, özgürlük dünyasının bedenleridir. Ekonomi politik açıdan emek, boş zaman üretiminin kaynağı; zorunluluk da özgürlüğün kaynağı olduğu sürece emeğin iktisadi kurtuluşu mümkün değildir. Tarihsel olarak komünizm ve özgürlük, ekonomi politik açıdan zorunluluğa ihtiyaç duymadığı zaman mümkündür. Bu bir belirlenimdir ve ereksel bir ideadır. Hayatı ölçüye indirgeyen, ölçü dışında anlamlandırma gücü olmayan bilimi, insan ve hayat olarak algılatmaktır. İnsan akılsal bir bilgisayardır.

İnsanın akılsal bir varlık olmadığını, duygulanımların kavram olduğunu, niceliğin ölçülemez tekillik olduğunu ve insanın bedensel bir kudret olduğunu politik olarak bize hatırlatan felsefe vardır: Spinoza’da özgürlük zorunluluğa içkindir. Toplumsal olarak özgürlük politiktir; politik bedende özgürlük zorunluluktur. Özgürlük ve zorunluluk eşzamanlı ve eş mekânsaldır. Demokrasi bir üst yapı sorunu değil bir alt yapı sorunudur. Demokrasi bir koşul değil, sonsuz toplumsal bir ilişki üretimidir. Demokrasi zorunluluk alanının özgürlüğüdür ve toplumsal özgürlük fabrikasıdır. Kapitalizmin politik eleştirisi olarak Marksist emek-değer kuramı, etik-politiğin komünalizmi ve komünizmin politik kudreti olarak yeniden düşünülmelidir.

Modernist solun “politik olan” üzerine düşüncesi, burjuva “egemenlik teorisi”nin dışına çıkamamıştır. Antik Yunan’dan günümüze Aristo’dan miras kalan “egemenlik teorisi” özgürlük alanının, zorunluluk alanı üzerinde hükmetme talebidir. Politik olan “potestas” hükmetmektir. “Politeia”, “potestas” üzerinden düşünülmüştür. Modernist sol için, politik özne olmak, iktidar talep etmek ve hükmetme iddiasına sahip olmaktır; devrimcilik iktidar kavramını yıkmak ve parçalamak değil iktidarın kendisi olmaktır. İktidar talep etmenin ve hükmetme iktidarı için iddia sahibi olmanın, politik olanı burjuva “egemenlik teorisi” içinden düşünmek olduğu görülememiştir. Oysa anti-kapitalizmin kudreti komünizmin politiği, burjuva “egemenlik teorisi”nden bugünden politik olarak çıkmaktır. Ne yazık ki modernist sol “politik olan” üzerine yalnızca eleştiri yapmış, fakat politik olarak asla etik oluşturamamıştır. Politik olan devrim, “potestas” üzerinden aşkınlık değil, içkinlik üzerinden “potentia” ve “etik”tir. Komünalizm, devrimin “potentia”sıdır ve burjuva egemenlik teorisindeki “potestas”ı politik bir antagonizma olarak yıkmaktır. Komünalizm bu bağlamda modernizmin krizine etik-politik devrimci müdahaledir.

İki model üzerinden düşünme yolu çatallaşmıştır: özne ve bilinç modeli ya da beden ve arzu modeli. Emek kavramı bilinç modeline değil beden modeline içkindir. Marx, ekonomi politik içinden değil etik-politik model üzerinden yeniden kurulmalıdır.

 

Dipnotlar
1.Karl Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, Sol Yayınları, 1988, s.13.
2.Age, s.15.
3.Marx, Engels, Seçme Yapıtlar, Sol Yayınları, s.226.
4.Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, 1993, s.23.
5.Age, s.24.
6.Age, s.24.
7.Age, s. 9.
8.Karl Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, Sol Yayınları, 1988, s.13
9.Age, s.13
10.Age, s. 30.
11.K. Marx ve F. Engels, 1845). Alman İdeolojisi, Çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, 2004, s. 62.
12.K. Marx, Fransa’da İç Savaş, Çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, 2005, s.66.
13.K.Marx ve Engels, F. Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Çev. M. Kabagil, Sol Yayınları, 1989, s. 25.
14.Age, s.31.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.