Düşünce ve Kuram Dergisi

Düşlere Yakılan Ağıtlar Günümüzde Umut ve Umutsuzluk

John Holloway[1]

Geçen yılın düşleri bugün nerede?

Mayıs 1968, bundan elli yıl önce… Crosby, Stills, Nash ve Young, “Chicago” adlı şarkılarının nakaratında defalarca şöyle diyordu: “Dünyayı değiştirebiliriz, dünyayı değiştirebiliriz.” Bu, yalnızca bazılarımızın içindeki bir düştü. Saf bir nesildik.

Aralık 2008, bundan on yıl önce… Alexis’in öldürülmesiyle sokaklara inen öğrenciler dünyayı alt üst etti ve eski dünyanın yerini yeni bir arzu ve imkân dünyası aldı. “Hediyenin para egemenliğine karşı isyanı. Anarşinin, değişim değerinin demokrasisine karşı kullanım değerinin başkaldırısı. Bireysel disiplinin rasyonalitesine karşı kolektif özgürlüğün kendiliğinden başkaldırısı.”

2011 yazı, ‘öfkeliler’ (indignados) ve işgallerin yazı, seçim sandıklarına sığmayan düşlerin, bu dünyaya sığmayan düşlerin yazı.

Ocak 2015. Yunanistan’da seçimleri umudun hükümeti kazandı. Birkaç ay sonra, temmuz ayında büyük ‘hayır’ (OXI) ve ardından Sintagma’da dans. Gülünç bir durum. Yakın tarihin en kötü şakalarından biri.

Daha yetmiş yıl önce: iç savaş. Daha iyi bir dünya yaratabileceklerine inandıkları için öldürülen o denli insan.

Neden? Bunların hepsi ne anlama geliyordu? Bütün bu düşler nereye gitti? Eşitsizliğin büyüdüğü bir dünya, Trump’ın ve Çipras’ın dünyası. Her ikisi de umudun tetikçileri, ikisi de birbirinden beter. Savaşların ve mültecilerin dünyası, paranın tek hükümdar olduğu bir dünya.

Bugün bu düşler için ağıt yakma zamanı mı? Bu düşleri bırakma, dünyanın asla hayal ettiğimiz gibi bir yer olmadığını kabul etme zamanı mı? Paranın hükmüne boyun eğip düşlerimize dair dileklerimize elveda etme, dünyanın böyle olduğunu, bununla yaşamamız gerektiğini kabul etme zamanı mı? 1968 kuşağı ölüyorken elveda dememiz gerekmez mi?

Umut ve umutsuzluk bizlere üniversitelerde de derinden temas eder. Umut, bir düşünme şeklidir. Umut yalnızca “Umarım, umarım, umarım Dünya Kupasını Yunanistan kazanır, umarım yarın uyandığımda artık hiç yoksulluk olmaz” değildir. Hayır, umut ciddiye alındığında Ernst Bloch’un “docta spes” (kavranmış umut) adını verdiği, öğrenilebilen, bilimsel bir umuttur. Eleştirel ve özeleştirel yollarla hareket eden, mevcut hâliyle dünyaya karşı duran ve bunun ötesinde geçen bir düşünme şekli olarak farklı bir gramere sahiptir.

Bu gramerin belki de iki merkezî öğesi tarihsellik ve gizil güçtür. Tarihsellik: Toplumun mevcut örgütlenmesinin tarihsel olarak belirli bir örgütlenme biçimi olduğunu, sonsuza dek sürmeyeceğini anlamak. Hem bu toplumun pek çok kilit öğesi de tarihsel olarak belirli toplumsal formlardır: örneğin para, meta, devlet. Bu durumda eleştirel düşünce negatiftir, kendilerini sonsuz ve yıkılmaz gibi gösteren bu toplumsal ilişki formlarının aksi yönünde ilerler. Düşünmek, karşısında düşünmektir; bizi tuzağına düşüren bu formların karşısında ve ötesinde düşünmektir.

Bir mantığa, kapitalin sistemsel dinamiğine kapıldık ve yaşamımızı sürdürmek için muhtaç olduğumuz doğal çevrenin tahribatıyla olsun, nükleer savaşla olsun veya başka bir yolla olsun, kendi kendimizi yok etme yolunda ilerliyoruz. Bu durumda bize kalan tek bilimsel soru şu: Bu mantığı nasıl kırarız? Bu sistemi nasıl kırarız? Buradan nasıl çıkarız? Bu durumda toplumsal bilimimiz, topluma dair bir bilim değil, mevcut topluma karşı bir bilim hâlini alır.

Eğer bir yanıt varsa, bahsettiğim ikinci öğeyle ilgili olsa gerek: gizil güç. Her daim görünür hâlde olmayan, ancak kapitalizme karşı yüzeyin altından baskı yapan, yeni bir dünyanın yaratılmasına yönelen bir gücün varlığı. Bloch bunu, henüz var olmayan, ancak var olabilecek olan dünyanın mevcut varoluşu bağlamında ele almıştı ve bu henüz var olmayanın masallardan dansa, mimariye, dine kadar hayatın tüm yönlerindeki mevcut tezahürlerini araştırmıştı: var olana karşı ve bunun ötesinde, farklı bir dünya yaratmaya yönelik sürekli bir baskı. Arundhati Roy bunu çok güzel ifade ediyor: “Başka bir dünya yalnızca mümkün değildir, aynı zamanda yoldadır da. Sessiz, sakin bir günde çok büyük bir dikkatle dinlerseniz nefes alışverişlerini duyabilirsiniz.” Yapmamız gereken budur: çok büyük bir dikkatle dinleyerek henüz doğmamış, henüz var olmayan olan dünyanın nefes alışverişlerini işitmek. İsyanları, reddedişleri, itaatsizlikleri, onuru, başka bir dünyaya doğru, mevcut olana karşı ve onun ötesine baskı yapan tüm diğer şeyleri dinlemek.

 

Ya henüz doğmamış dünyanın nefes alışını duyamıyorsak?

Peki ya bu nefes durmuşsa? Ya henüz doğmamış dünyanın nefes alışını artık duyamıyorsak? Ya henüz ana rahmindeyken öldürülmüşse? Çipras’ın, Trump’ın, Merkel’in işledikleri bu suç, şüphesiz insanlığa karşı bir suçtur. Yalnızca onlarla sınırlı da değil, hepimiz bu suça ortağız. Üniversitelerde, başka bir dünyaya açılan itiraz ve umut çığlıklarını düşüncemizden dıştaladığımız ölçüde bizler de bu suça ortağız. Hepimiz, tekrar tekrar şunu söyleyen bir eğitim sisteminin parçasıyız: “Dünyanın nasıl olduğunu öğren, çünkü başka bir dünya yok. Sınıfa girerken düşlerini dışarıda bırak.”

Peki ya bu dünya daha doğmadan öldürülmüşse? Belki de yüz yıl önce yeni bir dünya yaratmaktan bahsetmek anlamlıydı, ama belki de bu momentum artık yok ve artık çok geç, belki de bu düşün artık hiçbir temeli yok. Belki devrimin öldüğünü kabul etmemiz gerekiyor, belki de artık paranın yönettiği bir dünyadan çıkış yok. Umudun bilimi, aynı zamanda korkunun da bilimidir, artık hiçbir umut kalmadığına dair korkunun bilimi…

Orta çağda tek boynuzlu at hayali güzel bir fikirdi. Ama şüphesiz, en romantik doğa bilimi öğrencilerinin dahi tek boynuzlu atların var olmadığını kabul ettikleri bir noktaya geldik. O hâlde bugün, tek boynuzlu at için ağıtlar yakma zamanı mıdır? Özgürlüğüne kavuşmuş bir dünya hayali için ağıtlar yakma zamanı mıdır?

Ne var ki böyle olmuyor. Tek boynuzlu atlara inananlar muhtemelen böyle bir canlının var olmadığını açıkça kabul etmedi, sadece artık atlardan bahsetmeye başladılar. Tek boynuzlu at zamanla kötü bir sözcük hâlini aldı, ciddiyet atfedilen bilimsel tartışmalarda bir tabu oldu. Bize olan şey de mi bu? Belki de. Devrim ve komünleşme tabu sözcükler hâlini aldı ve yerlerini demokrasi[2] ve pek net olmayan “müşterek” gibi kavramlara bıraktı. Kapitalizm, yerini neoliberalizme bıraktı. Bizi hapseden yıkım dinamiği olarak sermaye kavramı unutuldu, artık önemli olan aşağıdan yukarıya düşünmek. Artık isyan hareketleri ve direnişlerin adı “toplumsal hareketler.” En kötüsü, sol düşünce, buradan nasıl çıkacağımızı düşünmek yerine sistemin ne kadar kötü olduğuna dair şikâyetlerden ibaret bir hâl aldı.

Ama belki de onlar haklıdır. Belki buradan çıkış yoktur, tüm çıkış yolları tutuludur. Belki de biz akademisyenler elli yıldır Marksist kuram üzerine çalıştığımızdan, “yanlış anladık, hepsi bir hataydı, bazılarımızın gördüğü bir rüyadan ibaretti” demeye korkuyoruzdur.

Bizi ileriye yönlendiren şey öfkedir. Düşün öldüğünü kabul etmemize izin vermeyecek olan şey de öfke. Akdeniz’de boğulan mültecilerin haberlerini okuyoruz, Meksika–ABD sınırını geçmek için kamyonlara tıkılıp havasızlıktan boğularak ölen göçmenlerin haberlerini okuyoruz, dünya üzerindeki en rahatsız edici eşitsizlikleri görüyoruz, milyonlarca insan açlık sınırında yaşarken dünyayı böyle kabul edemeyeceğimizi, bu dünyanın yanlış olduğunu, yalan olduğunu bize anlatan derin bir öfke içimizde yükseliyor. Biliyoruz ki bu dehşet verici olaylar birbiriyle ilişkisiz değil, aralarında sistemli bir bağlantı var, tamamının kâr peşinde koşan bir toplumdan ileri geldiğini, paranın hükmettiği bir dünya içerisinde oluştuğunu biliyoruz. Öfkemiz yalnızca ayrı ayrı öfkelerden oluşan bir çokluk değil, sistem karşıtı bir öfke, toplumun nasıl örgütlendiğine karşı duyduğumuz bir öfke, kapitalizme karşı bir öfke.

Bizi umuda geri iten, dünyayı mevcut hâliyle kabul etmeyi reddetmeye götüren şey öfkemizdir. Docta spes’e, kavranmış veya bilimsel bir umuda ihtiyaç duyduğumuz gibi, docta rabia’ya, bir öfke bilimine de ihtiyacımız var. Öfkemizi sınıfın dışında bırakmak bir yana dursun, bilimin rolü öfkemize özgüven ve güç katmaktır, ya da olması gereken budur. Yaşadığımız dünyada öfke gitgide artıyor, ama şu an bu öfke yanlış bir yolda ilerliyor. Duvarları yıkmak yerine bizi yok eden bir sistemin içine bizleri hapsediyor. Bu öfke üzerine düşünmek, öfkemizi bizi öfkelendiren sisteme karşı konumlandırmak, umudumuzun öfkeli bir umut olduğunu anlamak ve öfkemizin, umudun öfkesi hâline gelmesini sağlamaya çalışmak zorundayız.

Pek çok şey aksini işaret etse de doğmamış dünyanın öldüğünü kabul etmemize izin vermeyecek olan şey öfkemiz, çaresizlikle haykıran öfkemizdir: “Dinle, dinle. Eminim hâlâ nefes alıp verdiğini duyabiliriz.”

Öfke ve çaresizlik çok önemli, ama biliyoruz ki yeterli değil. Umut, kederin bıçak sırtında yürür. Artık çok mu geç, kapılar kapandı mı bile? Kabul etmek, paranın, sermayenin iktidarına boyun eğmek, basitçe “işler böyle yürüyor” demek daha iyi değil mi? Sonsuza dek boynu dik ama kaybeden taraf olmak istemiyoruz. Umudumuzun anlamsız olmadığını bilmek istiyoruz. Kazanmak istiyoruz.

Ama nasıl? Bizi zafere götürmeye hazır bir devrimci parti, bir devrimci ordu yok. Syriza, Venezuela, Bolivya deneyimlerinden öğrendiğimiz tek bir şey varsa, o da kurumsallaşmayan umudun bir felaket olduğu. Siyasi bir parti, devlet aracılığıyla bizi kapitalizmin dışına götüremez, çünkü devlet, sermayenin yeniden üretilmesine o denli entegre olmuştur ki, sermaye birikimine katkıda bulunmak dışında yapabileceği bir şey yoktur.

 

O zaman, nasıl?

Bu insanlardan kurtulmanın gerçekten hiçbir yolu yok mu? Bu kadar çok insanın potansiyellerini öldüren, hayatlarımızı mahveden bu sistemden kurtulmanın bir yolu yok mu?

İki yanıt vereceğim. Hâlâ kazanabileceğimizi, kapitalizmden hâlâ kurtulabileceğimizi, hâlâ sermayeye karşı bir başkaldırının düşüncemizin temelini oluşturması gerektiğini düşünmemin iki sebebi var. Her iki sebep de haklı, ikisi de yetersiz, ama kapıyı aralık bırakmaya yeter.

Ret, itaatsizlik, uyumsuzluk, kapitalist hakimiyette çatlaklar oluşturmak, ters yöne doğru ilerlemek, “Burada değil! Burada sermayenin mantığını izlemeyeceğiz, burada paranın hükmüne itaat etmeyeceğiz, burada her neyi gerekli veya cazip buluyorsak onu yapacağız, burada onurumuzla yaşayacağız” diye haykırmak… Üniversite, sermayenin üretimine ve yeniden üretimine katkıda bulunmak üzere yapılandırılmıştır, ama burada, bu salonda, şu an, ters yöne yol alıyoruz, tek bir bilimsel düşüncenin var olduğunu söylüyoruz: İnsanlığın yok edilmesine doğru giden bu baş aşağı gidişattan nasıl çıkarız, yani kapitalizmi üretmeyi nasıl bırakırız? Bu anlamda, tahakküm sisteminin bir parçası olan üniversitede bir çatlak oluşturmaya çalışıyoruz. Elbette küçücük bir çatlak, elbette çelişkili. Ama etrafımıza baktığımızda dünyanın böyle çatlaklarla dolu olduğunu görüyoruz. Onur, reddedişler, özyönetime yönelik uğraşlar, bu toplantı gibi küçücük çatlaklardan toplumsal merkezlerin, kamu bostanlarının ve geçtiğimiz akşam Chiapas’ta Zapatistaların ya da Orta Doğu’da Kürtlerin olağanüstü yaratımlarında, kapitalizmin karşısında duran ve ötesine geçen yaşama şekillerinde, en zorlu koşullar altında, olağanüstü başıboş yılanların uzandığını görüyoruz.

Bugün devrim üzerine düşünmenin, bu çatlakları, bu onurlu duruşları tanıma, yaratma, genişletme, çoğaltma ve bu kesiştirme dışında başka bir yolu olmadığını görüyorum. Son yıllarda tüm dünyada görülen özerklik politikalarındaki patlamanın temeli de bu oldu.

Ama yine de… Yine de yeterli değil. Yıllar, yıllar, yıllar süren mücadelenin ardından sermaye hâlâ yerinde. Sermaye hâlâ orada, hâlâ saldırıyor, hâlâ dünyayı tahrip ediyor. Mücadelelerimizi, kazanımlarımızı kutlamalıyız, ama “yeterli değil” demeyi bıraktığımız an, görüşlerimizi olumladığımız an mücadeleyi kaybettik demektir. Çünkü yeterli değil, çünkü sermaye hâlâ yerli yerinde.

Yaklaşık olarak son yirmi beş yılın özerklik uğraşlarının ardından, özerklik politikalarının bir krize girdiği yönünde bir his hâkim. Gerekli olmadıkları yönünde değil, ancak yeterli olmadıkları yönünde bir his. Zapatistalar hücuma geçme ihtiyacından bahsediyor, ama bunun ne anlama geldiği açık değil. Bahsedilen, kesinlikle askerî bir hücum DEĞİL, özerklik mücadelesini devlet merkezli bir mücadeleyle birleştirme meselesi de DEĞİL, zira bu, basitçe işe yaramıyor. Belki de bir alternatif, Zapatistaların la Tormenta, Fırtına dediği şeye odaklanmak; ben bundan sermayenin krizini anlıyorum.

Dünyanın hâkimi hâlâ para ve giderek daha da kibirleniyor. Kaybeden hep biz olacağız gibi görünüyor.

Bundan çok farklı olmayan bir durumda, Marks bir öneride bulunmuştu: “Yalnızca kendi mücadelenize ve karşımızda duran sermayenin gücüne odaklanmayın. Sermayenin kırılganlığını görmeye çalışın ve dahası, bu kırılganlığı oluşturan şeyin bizim direnişimiz olduğunu görmeye çalışın. Kapitalizme bir hakimiyet sistemi olarak değil, hakimiyetin krizi olarak bakın ve sermayenin krizinin biz olduğumuzu anlayın.” Mücadelelerimiz, geriye hiçbir iz kalmayacak şekilde yenilgiye uğramış gibi görünse bile, kronik, ilerleyen ve muhtemelen ölümcül bir hastalık olarak sermayenin bünyesine giriyor ve bunu görmemiz büyük önem taşıyor.

Marksizm’i bir tahakküm kuramı olarak değil, bir kriz kuramı olarak anlıyorum. Kriz kuramı ifadesi iki şekilde anlaşılabilir. Açıkça görülebildiği üzere, kapitalizmin ne kadar kötü olduğunu açıklayan, stabil ve uysal bir kapitalizmin mümkün olmadığını açıklayan bir kuramdır bu. Ama daha da önemlisi, sistemin kırılganlığına dair bir kuramdır ve bu nedenle umudun da kuramıdır. Sermaye, insanlık üzerindeki nihai gibi görünen zaferini kutlamakla meşgulken şu an ihtiyacımız olan da budur.

Kapitalizmin kırılganlığı, kendi açgözlülüğünden, artı değere duyduğu dindirilemez susuzluğundan ileri gelir. Tahakkümün önceki formlarından farklı olarak sermaye sabit duramaz, devamlı sömürüsünü yoğunlaştırmak, insan hayatının tüm yönleri üzerindeki hükmünü artırmak zorundadır. Sermaye mantığının, varoluşumuzun tüm yönlerine kendisini nasıl zorladığının farkındayız. Ama sömürü ve tahakkümün yoğunlaşmasıyla sermaye kaçınılmaz surette direnişe veya basitçe insanların yetersizliğine toslar. Bu yetersizlik ve direniş kriz noktasına kadar büyür, kâr oranı düşer ve sermayenin yeniden yapılandırılmasının şart olduğu açıkça görünür hâle gelir. Gerek iş yerinde gerek bütünüyle toplumda daha çok disiplin uygulama, üretimin teknolojik temellerini yeniden yapılandırma, verimsiz sermayelerin saf dışı bırakılması ve benzeri ihtiyaçlar baş gösterir. Marks, bunu kâr oranının düşme eğilimi olarak analiz eder, ancak bu eğilimin çekirdeğinde sermayenin işçileri yeterince sömürmekteki ve yükselen teknoloji masrafları karşısında kâr oranın korumak için tahakkümünü tüm dünyaya dayatmadaki yetersizliği bulunur. Yani, sermayenin krizi biziz. İlerlemek için sermayenin bizi yeniden yapılandırması gerekir.

Sermaye için yeniden yapılandırma zorlamasının getirdiği sorun, işçi sınıfına ve bütün olarak insanlığa, diğer kapitalistlere de zarar verecek olan bu değişiklikleri zorla gerçekleştirmenin, güçlü bir direnişe karşı mücadele etmek anlamına gelmesidir. Hepsinden önemlisi muhtemelen, 20. yüzyılın ilk yıllarında, ardından dünya savaşlarının arasında, hatta geçtiğimiz yıllarda muhtemelen Yunanistan’da olduğu gibi, insanların kapitalizmin inanılmaz saçma bir sistem, toplumu örgütlemenin korkunç bir yolu olduğunu anlayacaklarından da korkmaktadır. Bu noktada umut çok büyük bir önem taşır: Kriz anında sermayenin başarısız bir sistem olduğunun fark edilmesiyle, değiştirilmesinin imkânsız olduğu görüşü arasında bir savaş vardır. Umudun yokluğu, başkaldırının özgüvenini yıkar: “Hiçbir çıkış yolu yoksa, ne anlamı var ki?” Bu hayal kırıklığı kolaylıkla karamsarlığa ve ırkçılığa dönüşebilir.

1917’den sonra bu korku, sermayeyi devletler yoluyla krizi ertelemenin ve yönetmenin mümkün olduğunu fark etmeye yöneltti.  Keynesçi çözüm şuydu: Devletler müdahale ederek daha fazla para basar ve kârın devamlılığını sağlar. Ama bu kâr, gerçek bir sömürüyü, gerçek bir artı değeri temel almaz, daha çok henüz üretilmemiş bir artı değer üzerindeki bir bahistir. Üretilen artı değer yetersiz kalmaya devam ettikçe daha fazla para basmak zorunlu hâle gelir ve hayalin boyutları genişletilir. Bu şekilde sermaye, korktuğu, ya da yönetmeye çalıştığı şeyle yüzleşmekten kaçar. Yüzleşmeyi sınırlı bir şekilde ilerletmek için belirli yerleri seçer (geçtiğimiz birkaç yılda Yunanistan’da olduğu gibi) ve aynı zamanda bundan dünya genelinde bu yüzleşmenin nasıl yönetilebileceğine dair dersler çıkarır.

1930’lardan itibaren ise politikaya krizin ertelenmesi ve yönetilmesi hâkim oldu ve bu da esasen para tedarikinin genişletilmesi yoluyla yapıldı. New Deal (Türkçesi “Yeni Düzen” ABD’de 1933 ve 1938 yılları arasında Büyük Buhran sonrası başlatılan ekonomik kalkınma planı) ve faşizm, krizi ertelemek ve yönetmek yönünde erken dönemlerde atılmış adımlar olduysa da sermayenin yeniden yapılandırılmasını gerekli kılan asıl olay İkinci Dünya Savaşı oldu. Yetmiş milyon ölüm, kapitalizmin “altın çağı” için zemin oluşturdu.

1970’lerden bugüne, kriz her su yüzüne çıktığında ve dünya genelindeki 1968 isyanlarının ardından sermaye zorlukları aşmanın yolunu muazzam ve benzeri görülmemiş bir borç artışında aradı. Krizin ertelenmesi, finansın ve bankaların yükselişinin yanı sıra büyük bedel ve riskleri de beraberinde getirdi. Sistem bütünüyle daha da dengesizleşirken devamlı büyüyen borç balonunun patlayacağı, yani hayalî sermayenin çökeceği korkusu da daimî hâle geldi. 2008 yılında tüm sistem neredeyse çöküyordu ki muazzam büyüklükte yeni bir borç dalgası imdadına yetişti. Dünya genelinde ve özellikle Yunanistan’da büyük bir şiddetle dayatılan kemer sıkma politikalarına rağmen, borç hâlen büyümeye devam ediyor. Pek çok yorumcu önümüzdeki yıllarda 2008’den çok daha büyük çaplı bir finansal çöküşün gerçekleşmesinin neredeyse kesin olduğunu ileri sürüyor.

O hâlde, dünyanın dört bir yanında yükselen şiddet, sermayenin üstün gücünü değil, çaresizliğini işaret ediyor. Bu çaresizliğin nedeniyse bizleriz.

Belki de mevcut durumu bir boks maçı gibi düşünebiliriz. Çok kötü darbeler aldığımızı biliyoruz ve dövüşün sona erdiğini, rakibimizin rahat bir zafer kazanacağını sanıyoruz. Ama daha yakından baktığımızda bacaklarının üzerinde sendelediğini, düşmek üzere olduğunu görüyoruz. Anlıyoruz ki dövüş henüz sona ermedi ve kazanmamız hâlâ mümkün. Sermayenin çaresizliğini görmek, öfkemize güven katıyor.

 

Sermayenin çaresizliğini görmek, öfkemize güven katıyor

Öfkemiz sonsuza kadar sürecek adaletsiz, baskıcı, rahatsız edici bir sisteme değil, başarısız olmuş bir sisteme, verimsiz olduğunu kanıtlamış bir toplumsal örgütlenme biçimine, bu sistemin uygulanamazlığına, yardımımızla aramızdan ayrılmak üzere olan bir sisteme duyduğumuz bir öfke. Artık elveda demenin zamanı, “yolumuzdan çekil kapitalizm, anlamlı bir dünya için yolu aç” demenin zamanı. Kapitalizm, insan hayatının devamlılığını güvence altına alma iddiasındaki bir sistem olarak başarısızlığa uğradı ve bu başarısızlığın gelecek yıllarda çok daha görünür olması hayli muhtemel. Alternatifler inşa etmeye devam etmeliyiz ve bunları yalnızca kaçış alanları olarak değil, güvenle “yolumuzdan çekil, biz geliyoruz” demek için yapmalıyız.

Muhtemelen kaosun giderek arttığı bir dünyaya geçiş yapıyoruz, daha sık ve daha çok yerde çeşmelerden sular akmayan, banka makinelerinin para vermediği, internet bağlantılarının koptuğu bir dünya. İşsizliğin arttığı, devlet desteğinin azaldığı bir dünya. Sermayeden geri dönmesini istemek yerine bir geçiş politikası düşünmek, “defol sermaye, sen başarısız oldun, şimdi sıra bizde” demek durumundayız.      Kulağa kolay gelse de biliyoruz ki kolay değil. Karşımızda yığılan güçleri tanıyoruz. Başka bir şey yaratma girişimlerimizin her zaman çelişkili olacağının da farkındayız. Ne de olsa bizler “defol sermaye” derken, aynı anda sermaye dünyaya hükmediyor ve hâlen varoluşumuz için sermayeye bağımlıyız. Saf bir hâlden bahsetmek mümkün değil. Bu sermaye karşıtı konuşmayı yaparken, kapitalist bir üniversitenin yatırdığı maaşıma bağımlı olduğumun bilincindeyim. Farklı bir yolla yaşamak için alternatif bir proje kursak da durum aynı, varlığını hâlen sürdüren kapitalist dünyanın ara yüzüyle nasıl baş edeceğimiz bir sorun olarak duruyor. İleriye giden yol önümüze serili değil, ama sermayenin çaresizliği, henüz kaybetmediğimizi söylüyor. Aslında başka bir yolu yok: Başka bir dünya yaratmamız gerekli ve onu yaratıyoruz. Hayalimiz yaşıyor ve sağlığı yerinde, ağıtlara gerek yok.

 

Kaynakça:

González Cruz, Edith (2017), De la Revolución a la Democracia (Devrimden Demokrasiye) Doktora Tezi, Sosyal ve Beşerî Bilimler Enstitüsü, Puebla Benemérita Otonom Üniversitesi.

 

[1] Atina’da bulunan Panteion Üniversitesinde 25 Nisan 2018 tarihinde yapılmış konuşmanın metnidir.
[2] Ver González Cruz 2017.

 

 

 

İngilizceden Türkçeye Çeviren: Oğul Köseoğlu

 

İngilizce Hali İçin Tıklayınız

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.