Düşünce ve Kuram Dergisi

Devlete Karşı, Devletin Ötesinde ve Devletsiz Demokrasi

Mark Purcell

Ben kimi düşünürler gibi akademik başarılara sahip değilim, bir sosyal bilimci değilim, hatta bir İngiliz bile değilim.

Ben demokrasi, demokrasi fikrinin ve pratikleri üzerine düşünen yazan herhangi biriyim. Dolayısıyla bugün burada sunabileceklerim ve katabileceklerim üzerine düşündüm. Katkımı iki sav üzerine yapılandırdım:

İlk savım “demokrasi” ve “devlet” terimlerini anlamanın en iyi yolunun onları birbirlerine zıt kavramlar, farklı yönlere hareket eden politik süreçler olarak düşünmek olduğuna ilişkindir. İkinci savım siyasi ve ekonomik güçlerin bizleri 2007-2008 iflasına götürdüğü ve kemer sıkma yoluyla karlarını merkezde iki katına çıkardıkları zor dönemlerde, bizi kurtarabilecek ve ihtiyacımız olan şeyin demokrasi olduğudur. Enerjimizi demokratikleşme ve kendi kudretimizi koruma ve onu kendimizi yönetmek için kullanmayı öğrenme projesi üzerine yoğunlaştırmalıyız. Demokratikleşmek pozitif bir eylemi içerir: Kendi irademizi kullanmayı öğrenmek. Aynı zamanda negatif bir eylemi içerir: Kendi irademizi kendi dışımızdaki ya da kendimizin üzerinde herhangi bir varlığa teslim etmeyi reddetmek. Söz konusu varlığa en iyi örnek devlettir ve tabi ki çok uluslu şirketler, uluslararası kuruluşlar (BM, Dünya Bankası, Troika vb.), kiliseler ve ticaret birlikleri.

Birlikte ele alındığında, bu iki sav günümüzde giderek daha da kötüleşen sosyo-ekonomik eşitsizliği gidermek için daha çetin hükümet politikalarını savunanlarla gerilimli bir ilişki anlamına gelir. Bu daha büyük bir eşitliğe yol açacak gibi görünürken ben bunun demokratikleşme projesini saptırdığını iddia ediyorum. Muhakkak ki sağlam bir refah devleti ne demokrasi ne de eşitlik sunan neo-liberal devlete karşı daha yeğindir. Fakat ben refah devletinden daha iyisini yapabileceğimizde ısrar ediyorum. Demokrasiyi gerçekleştirebiliriz.

 

Demokrasi Düşündüğümüzden Fazlası Olabilir

Demokrasi derken neyi kastediyorum? Benim anladığım kadarıyla demokrasi, halkın kendi iradesini tekrar alma ve onu kendi işlerini yönetmek için kullanmayı öğrendiği bir yaşam biçimidir. Eğer izin verirseniz etimoloji yoluyla ne anlatmaya çalıştığımı açıklayacağım.

 

Demos ve Kratia

Demos’un ne anlama geldiğini iyi bildiğimizi sanırız fakat eski Yunan da yani Platon ve Aristo’nun politik teorilerini oluşturdukları Yunan’da demos tipik olarak yoksullara, yaşamak için çalışmak zorunda olanlara işaret eder. Demos daima zenginlerden sayıca daha fazladır ancak hiçbir zaman toplumun tümünü kapsamaz. Platon ve Aristo için demokrasi polis’in işlerinin en geniş grupça kontrol edildiği bir yönetim biçimidir. Bu modern çağda rahatlıkla Hobbes’da görülür, Hobbes için demos herkestir tüm vasıfsız kişilerdir. Ve böylece demokrasiyi herkesin hükmettiği bir politik sistem olarak düşünme eğilimindeyizdir.

Sözcüğün ikinci parçası kratia, biraz daha karmaşık olabilir. Bu kelimeyi İngilizcede genel olarak “yönetmek ve “hükmetmek” şeklinde bir varlığın diğerleri üzerindeki “iktidarı” anlamına geldiğini düşünürüz. Fakat kratia Platon ve Aristo Yunan’ında kullanıldığı şekliyle ve kullandığımız kelimelerin dayandığı ( aristokrasi, bürokrasi, meritokrasi vb.) anlamıyla iki anlamı çağrıştırır. Bu anlamda kratia kontrol eden, sınırlandıran, egemenlik kuran iktidara işaret eder[1]. Ve aslında kratia kelimesi “demokrasi” kelimemiz için Grek’le olan ilişkide en esas noktayı teşkil ediyor: Kelimenin sonu “krasi” ,” kratia” ile yakından bağlantılı. Fakat “kratia” nın kendi etimolojisi daha derinlere gidiyor olabilir. “Kratos” güç, iktidar, kudret gibi daha spesifik anlamlara işaret eder. Spinoza ve Nietzsche eğilimli kişiler için burada bir imkân var: kratosu insanın dünyada eyleme geçirmek zorunda olduğu bir iktidar; insanın somut bazı yollarla çevresine etki edebilme kapasitesi olarak anlayabiliriz. Bu anlamda “kratos” daha çok insandaki yeni bir şeyler yaratma, keşfetme ve dünyamızı değiştirme gücü anlamını taşır(2). Ve böylece ikinci kelime olan “kratia” ya dönecek olursak anlamını tekrardan tahsis edebiliriz. “iktidar kurma” anlamını taşırken, köklerinde “iktidar olma” , içinde bulunduğumuz dünyayı değiştirmek için sahip olduğumuz insan kapasitesini de çağrıştırır. Böylece bu bakış açısı bize demokrasiyi herkesin vasıfsız olduğu(demos) ve eyleme geçme ve dünyayı değiştirme gücünün(kratia) alıkonulduğu bir toplumda “demos” u ve “kratos” u birbirine bağlı bir koşulda anlama imkânı sağlar. ( kratia için bu etimolojik yorumumun tek gerçek anlam olduğunu ve yıllardır yanlış anladığımızı iddia etmiyorum. Daha çok kelimenin her iki anlamı da içerdiğini söylüyorum. Dolayısıyla seçim yapmak bizim elimizde istersek “iktidarı kurmak” a karşılık “iktidar olma” yı öne çıkara biliriz. )

 

Hobbes’un Devleti

Anlattığım üzere modern devletin kuruluş süreci kesinlikle demokrasinin aksi yönünde gelişmiştir. Bunu tartışmak için yine sabrınızı rica ediyorum çünkü Hobbes hakkında konuşmam gerekiyor.

Hobbes Devlete ihtiyaç olduğunu hararetle savunan biriydi, çünkü bizi kendimizden sadece devlet koruyabilirdi. Devletsiz olduğumuzda, yani doğal durumda (devlet toplumunun dışında olma) tümden savaş durumundayızdır. Bu savaş bellum omnium contra omnes, yani herkesin herkese karşı savaşıdır.

Bu savaş vardır çünkü herkes kendi yaşamını garantiye alma hakkına sahiptir. Burada bu gücü kullanabilecek ahlaki ya da meşru bir yasa yoktur. Bu nedenle Hobbes herhangi birinin eğer yaşamasını sağlayacaksa bir diğerine zarar vermesini ve hatta öldürmesini önleyecek hiçbir engel olmadığını iddia eder. Böylece savaş durumu

söz konusudur çünkü doğal durumda kendi irademiz (eyleme gücü) bizim elimizdedir ve gerekli gördüğümüz her an onu kullanma hakkına sahibizdir. Bu “katlanılmaz durum” için tek çözüm irademizi teslim etmektir. İrademizi suni bir insana, varlığa yani modern devlete teslim ederiz. Devletin özgün işlevi bizim dışımızda bizden gayrisi olmaktır. İrademizden bizden gayri olan suni bir kişilik için vazgeçerek kendimizi kendi iktidarımızdan ayrı tutuyor, kendimize yabancılaşıyoruz. (Marks‘ın yabancılaşma için söyledikleri burada yol göstericidir. Entfremdung: Bir şeyi benzediğine/olduğuna yabancı hale getirmek). Bütün mesele bu yabancılaşmada: Biz bizi tehlikeye atmaktayız ve dolayısıyla kendimizi güvende tutmak için kendi irademizden ayrı tutulmalıyız. Ve Hobbes modern devletin kuruluşunda insanları kendi iktidarlarından uzaklaştırmak olduğunu çok açık bir şekilde belirtiyor. (Bu Nietzsche’nin devletin soğuk canavarların en soğuğu olduğuna ilişkin yaptığı iddiayı anlamak için çok ideal bir kontekst: o soğuk bir canavar ve yapay bir kişiliktir.)

Yabancılaşmaya ek olarak; doğal insanla yapay insan arasındaki ilişki konusunda başka kritik nokta daha var: Yapay insan sadece bizden ayrı değildir aynı zamanda bizden üstündür de. O bizim üstümüzdedir ve bizim üzerimizde bir iktidardır. Başka deyişle o egemenliktir.

Dünyada onunla kıyaslanabilecek başka bir güç yoktur. O ölümcül bir Tanrıdır, böyle olmak zorundadır. Eğer gücü en fazla olmazsa, eğer iktidarı diğer tüm iktidarlardan daha üstünde olmazsa herhangi bir doğal insan (ya da bir grup doğal insan) kendi iktidarlarını tekrar ileri sürebilir, kendi sorunlarını kendi ellerine alabilir, hayatta kalmak adına ne gerekiyorsa onu yapmak için doğal haklarını kullanabilirler. Elbette bu Hobbes için bir felaket olurdu: insanların kendi iktidarlarını almaları kesinlikle bellum, yani savaşın nedeniydi. Bu nedenle devletin gücü diğer tüm güçlerin üstünde olmalıydı. Bu, niçin merkez-devlet, merkez –hukuktan bahsettiğimizi de açıklıyor. Merkezi kelimesini alır çünkü o baştadır, ilk gelendir, yeryüzünde her şeyin üstünde bir güçtür. Şunu hatırlatmakta fayda var ki Hobbes kendi iktidarımıza onu kendi dışımızdaki ve üstümüzdeki bir otoriteye devrederek yabancılaşma kararımıza ilişkin yorumlarında çok dikkatlidir: bunu kendimiz, kendi irademizle, birbirimizle mukavele ederek yaparız. Hobbes bunu yaptığımızı çünkü aklımızın devletin tek seçenek olduğunu ve bizi topyekûn savaştan koruyacak tek şeyin bu olduğunu söylediğini belirtir.

Hobbes ile ilgili bir sürü önemli şey var aslında ama ben yalnızca onun modern devletin kuruluşu ile ilgili temel savı hakkında konuştum. Fakat burada başka önemli şey daha var. Hobbes modern devleti yeni modern bir fikir zemini üzerinden kurar: İnsanların eşit ve kendi egemenliklerini korudukları fikir. Bütün erken modern düşünce- özellikle Locke ve Rousseau- bu varsayımı kabul eder ve bu fikir Antik ya da Orta Çağ’dakiler tarafından nadiren tutulmuş olsa da hızla düşünce için bir aksiyom haline gelmiştir. Bu düşünürlerin temel amaçları bizleri bu egemenlikten vazgeçirmek olsa da, kendimizi yönetmek için kullandığımız kendi iktidarımızdaki bu “doğal” ya da orijinal durum fikri orada, onların çalışmalarındaydı ve ayrıntılarıyla tanımlanmıştı. Hobbes, Locke ve Rousseau başat bir biçimde bizim o orijinal durumumuzun demokrasi olduğunu ve modern Devletin amacının bizi bu orijinal demokratik durumumuzdan çıkarmak olduğunu iddia ediyorlardı. (Bu düşünceler her ne kadar tartışmayı Platon ve Aristo’nun polis’i üzerine yerleştirse de Jacques Ranciere’in çalışmalarıyla benzerlik gösteriyor. Ranciere bu düşünürleri bizim demokratik orijinal durumumuzu ele geçirebilen ve kontrol edebilen meşru bir siyasi düzen inşa etme çabasıyla bağdaştırarak okur. Ranciere’e göre söz konusu orijinal durumda herkes eşit, konuşmaya ve siyasete katılmaya ehildir.)

Dikkatimi doğrudan Hobbes üzerine yoğunlaştırıyorum çünkü Hobbes modern devlet konusunda açık ve dürüst argümanları sunar. Aynı zamanda gerçeklenin Hobbes’un mutlakiyetçi devleti olmadığına ancak Locke’ un sınırlandırılmış liberal devleti olduğuna yönelik itirazların da farkındayım. Bu “liberal-demokratik” denilen hükümetler için doğru. Fakat bu, iki düşünür arasındaki farklar -Hobbes’ un “mutlak otorite devleti” ve Locke’un “ sınırlandırılmış otorite devleti hangi noktalarda ortaklaştıklarını kaçırmamıza neden olmamalıdır. Her iki düşünürde de devletin kuruluşuna karışan politik sürecin doğası kesinlikle aynıdır: İnsanlar iktidarlarını kendi dışındaki ve üstündeki varlığa, devlete teslim eder. Locke yasa koyucu iktidarın sınırlandırılmasına rıza gösterir ancak insanlar kendi iktidarlarını bu işlevleri gerçekleştirilebilmesi için teslim etmelidirler.

(Şunu belirtmek önemli ki aynı dinamikler Rousseau’da da vardır: İnsanlar bütün iktidarlarını “devlet kurumu” (body politic) dediği bir varlığa devreder. Burada Rousseau “devlet”i (body politic) Hobbes’da olduğu gibi yapay bir insan olarak ya da Locke’de olduğu gibi bütünün bir parçası olarak değil, insanların kendisi olarak düşünüyordu. Ancak Rousseau’nun “body politic” i yapay bir varlıktan daha az değildir, çünkü aslında bütün insanlar bu bedenin (body) parçası değildir. “Body politic” Hobbes’un yapay insanı kadar icat edilmiş bir gerçekliktir. Rousseau’da her birimizin iktidarı Hobbes’da olduğu kadar yabancılaştırılmamıştır.) Hobbes büyük bir berraklıkla formüle etse de, modern Devletin mantığına eklemli politik düşünürler bunun aynı politik süreçler üzerine kurulduğunu kabul ederler: İnsanlar iktidarlarını onlar egemen ve onlardan ayrı bir varlığa teslim ederler.

Liberal-Demokratik Devlet Demokrasi Değildir

Böylece bu düşünsel doğrultu bizi net bir şekilde devletin demokrasi olmadığı ve olamayacağı sonucuna götürüyor. Devlet demokrasinin aksi yönünde hareket eder. Ve hala nelerle meşgul oluyoruz:

“ Mısır demokrasiye geçiş yapıyor…”

“ Demokratik bir yönetimde yaşıyoruz…” “Eşitsizlik bölünmüş bir demokrasi tehlikesine neden olabilir…”

Liberal-demokratik bir hükümetçe yönetilen bir ulusal topluluğa dâhil olanlarımız genel olarak bir “demokrasiyi yaşadığımızı söyler. Sürekli olarak liberal-demokratik devleti demokrasiyle karıştırırız. Ancak, bir devlet olmasından dolayı liberal-demokratik devlet insanların iktidarlarını onlardan ayrı bir varlığa transfer eder ve bu varlığa insanların itaat etmek zorunda oldukları kanunlar yapma yetkisi verilmiştir. Bu nedenle tüm devletler gibi liberal-demokratik devlet de demokrasiden çok oligarşi yönünde işler: Devlet çoğunluğun iktidarını ona yabancılaştırarak birkaç kişiye devreder.

Elbette seçimlerin varlığı ve insanların onları devlette temsil edecek kişileri seçmeleri[3] bu temsilcilerin insanlara karşı zayıf bir şekilde de olsa sorumlu olduğu anlamına gelir. Bu devlet ilişkilerinde demokrasiye benzer unsurlar temsilcilerin iktidarının insanların iradesinden tümüyle bağımsız olmadığı şeklinde yansır. Fakat bu demokratik unsur insanlardan sadece iktidarlarını kime teslim edeceklerini karar vermelerini ister, iktidarlarını teslim etmek isteyip istemediklerini sormaz. Zaten teslim ettiklerini varsayar. Bu nedenle seçimler halkın iktidarını devlete teslim ettiğine ilişkin sözleşmeyi yeniler ve teyit ettirir. İnsanlar doğrudan ve gönüllü bir şekilde iktidarlarını birkaç kişiye devretmeye katılırlar ve bu katılım devletin kurumsallaştırmış olduğu oligarşik ilişkileri güçlü bir şekilde meşrulaştırmıştır.

Eşitlik sorununa gelince; Keynesçi refah devletinin tipik olarak ilk liberal-demokrat devlet olduğunu düşünürüz. Tabi ki ne tüm refah devletleri aynı ne de tüm Keynesçi politikaları benimsemiş rejimler. Ancak onların bakış açısına göre devletin eşitsizlik sorununu ele alan, çözümleri uygulayan ve insanlar adına hareket eden bir rolü vardır. Bu politik rejimler bizi demokrasiden, kendi işlerimizi yönetme etkinliğimizden uzaklaştırır.

Demokrasi değil, Demokratikleşme

Liberal-demokratik olsun ya da refah devleti olsun devlet bizi demokrasiden uzaklaştırır, seçimleri kazanmak, politikaları değiştirmek ya da yeni yasalar yapmak hep yanlış yöne götürür bizi, peki bunun yerine ne yapabiliriz? Belki de sadece “geri dönebilirdik”. Hobbes, Locke ya da Rousseau hepsi iktidarlarımızı devlete teslim etmeden önce başlangıçta “demokratik” olduğumuzu düşünürler. Peki, sonrası sadece devleti bir kenara bırakma ve sözleşmeyi orijinal demokratik koşullara çevirebilme meselesi midir?

Keşke bu kadar kolay olsaydı. Ancak demokrasi dönebileceğimiz orijinal bir durum değildir. O geleceğimizi yeniden yapılandırmak için zor ve bir o kadar da keyifli ve sonu gelmeyen bir projedir. Demokrasi başlangıçta var olan iktidarımızla bütünleştiğimiz bir olma ya da tüm problemlerimizin çözüme kavuştuğu bir durum değil, demokratikleşme mücadelesi olarak tasarlanmış açık uçlu bir proje. İktidarımızı tekrar ele almak için kararlarımızı gözden geçirmek ve sürekli bir şekilde işlerimizin yönetimini başkalarına bırakmanın cazibesine karşı koymak zorundayız. Dahası buna nasıl çare bulacağımızı hep birlikte düşünmeliyiz: demokrasi daima kolektif bir projedir. Ve böylece demokratik topluluğun ne anlama geldiği ve onu en iyi şekilde nasıl gerçekleştirebileceğimiz konusunda karar vermek durumundayız.

Demokratikleşme zor bir proje çünkü kendimiz için yapmaya yönelik çaba ve sadakati gerektirir. Ama aynı zamanda da keyifli bir projedir, çünkü o irademizi dünyada eyleme geçirmek için bir araya getirir ve beraber yaşamak için yeni yollar üretir. Bizleri politik birer oluş olarak yeniden hayata döndürür.

 

Sonuç

Eşitsizlik, özellikle de bugün yüz yüze olduğumuz eşitsizlik türü hayati bir sorun. Fakat hatırlatmak isterim ki sorunu nasıl tanımladığımız da başlı başına bir sorun.

İsteğim iktidarımızı devlete teslim etmekten daha fazlasını arzulamamız ve eşitsizlik sorununu kendimizin ele alması ve iktidarımızı kendimiz için kullanmayı öğrenmemiz.

Belki kendinizi biraz tedirgin hissedebilirsiniz: Devlet olmadan tüm bu işler nasıl yürüyecek? Bunların tümünü biz kendimiz yapamayız! Daha da özgün olarak, devlet olmadan bu neo-liberal dönemde hızla artan eşitsizliğin önüne nasıl geçeceğiz?

Bu anlaşılabilir bir hissiyat. Söylediğim gibi devleti reddetmek eşitlik sorununu sihirli bir şekil çözüme kavuşturduğumuz, işlevini yerine getiren demokratik bir toplum yarattığımız anlamına gelmez. Bununla beraber, eğer devleti reddedersek ve demokratikleşme cesaretini gösterirsek sizi temin ederim ki insanlar o zaman bir araya gelip eşitliğin onlar için ne anlama geldiği konusunda karar verebilecekler. Eşitliği dışımızdaki ya da üzerimizdeki herhangi bir iktidardan bize erişen bir sonuç olarak görmek zorunda değiliz. Onu demokratik pratiğimizin sürekli gelişimi ile ilgili olarak düşünebiliriz.

Devlete dayanmaktan kendimize dayanmaya yönelik bir değişimin gerçekleşmesi sizde kendinizi boşluğa bırakmak gibi, sert toprağı yumuşak deniz için terk etmek gibi bir izlenim bırakabilir. Belki de sizin için yapabileceğim en iyi şey size şunu hatırlatmak olacaktır: her ne kadar bizi kendi iktidarımızdan ayıran bir devlet altında yaşıyor olsak da demokratikleşme konusunda deneyimsiz değiliz. Aslında bunun üzerinde çok uzun bir zamandır çalışıyoruz. Bu görüntü üzerinde ilgimi çeken birkaç örneğe işaret etmekteyim. Ancak tabi ki bu bizim demokratik deneyim okyanusumuzda yalnızca bir damla. Demokratik deneyimleri birçokları arasında üç gruba ayırdım.

Ekonomik iş ve üretimlerini yönetmek için mücadele eden işçileri ve toplumun özel bir grubunu mavi renkteki emek temsili.

Yeşil grupta yani Topluluk/Mahalle de, üyelerinin ait oldukları topluluğun işlerini yönetmek için mücadele içinde olanlar yer alıyor.

Kırmızı grupta ise kentsel, ulusal ya da global ölçekten her tür insanın mevcut duruma duydukları öfke ile kendileri için başka bir dünya inşa etme projesi için bir araya geldikleri popüler protestolar,toplantılar var.

Elbette bunların hiçbiri birer model olarak alınmamalıdır. Her birinin eksikleri ve hataları var. Onun yerine bu örnekler bizim demokratikleşme arzumuzun açık birer kanıtı olarak görülmelidir. Dahası bu arzumuz için harekete geçiyoruz ve demokratikleşme için aktif mücadeleye katılıyoruz. Bazen mücadelemiz güçlü bir zenginleşme yaratır ve bilincimizi hazır hale getirir. Bazen de mücadele sessizce, görünmez ve ufaktan çalışır. Gördüğümüz her olayda insanlar önemli gelişmelere katılım sağlayarak kişisel ve kolektif olarak yeni kapasiteleri keşfediyorlar, eşitlik fikrini tartışmaya açıp uyguluyorlar, yeni örgütlenme ve iletişim tekniklerini deneyimleyim öğreniyorlar. Bunların tümü insanların kendi kendilerine ulaştığı şeyler. Hiçbiri mükemmel değil tabi ama bu hiçbir şeyin başarılmadığı anlamına gelmiyor. Bu deneyimlere yakın bir ilgi göstermek yaşamasal bir önem taşıyor. Bu deneyimler süren demokratikleşme mücadelemizde yararlanabileceğimiz derin ve geniş kaynak havuzlarımızdır. Hasta olduğumuz doğru. Fakat bizi eşitsizliğin hasta ettiği gerçek değil. Bizi hasta eden bizi kendi politik etkinliğimize, dünyada eyleme geçmek için karar verebilme gücümüze yabancılaştıran şeydir. En başta gelen ihtiyacımız demokratikleşeme, yani nasıl bir dünya istediğimize birlikte karar verme işine kalkışmaktır.

 

 

İngilizceden Çeviren: Gökhan Öngüllü

 

  • Bu iktidara Spinoza potestas, Deleuze ve Guattari pouvoir ve Hardt ve Negri ise kurulu iktidar adını verir.
  • Bu Spinoza’nın potentia, Deleuze ve Guattari’nin puissance, Hardt ve Negri’nin kurucu iktidar olarak adlandırdığı şey.
  • Hobbes tarafından tüzel kişiyi “kişiselleş-tirmek” için doğal insan olarak tanımlanmıştır.
Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.