Düşünce ve Kuram Dergisi

Devlet Üretimi ve Uygarlığın Alacakaranlığı

Engin Elbistanlı

Uygarlığın alacakaranlığına bakmak ve görmek için, önce devletin nasıl üretildiğine bakmak anlamlı olabilir. Eğer bu alacakaranlığın nasıl üretildiği bilince çıkarılırsa, devletin varlığı ve bu varlığının nasıl bir gerçekliğe tekabül ettiği de daha iyi anlaşılır olacaktır.

Unutulmamalıdır ki, “Toplumlar, insanlarca oluşturulduğu gibi kendinde insan bireylerini inşa eder, oluşturur.” Bu, sosyal yapı ve oluşumların tümünün insan eliyle oluşturuldukları anlamına gelir. Başka bir ifade ile dile getirecek olursak, bunlar, inşa edilmişlerdir. Bunun için toplumların insanüstü oluşumlar ve kuruluşlar olmadığını bilmemiz gerekmektedir. Çünkü her oluşum özü itibariyle “düşünce formlarının inşa edilmiş, kurumlaşmış halidir.” İnsan eliyle oluşturulan yapılar içerisinde devletin en fazla dikkate değer, incelemeye muhtaç inşa olduğunu belirtmek gerekir. Bunun nedeni açıktır; oluşumundan bu yana neredeyse kendini vazgeçilemez bir araç haline getiren bu yapı, kamusal alanda “olmazsa olmaz” gibi bir algı ile karşılık bulmaktadır. Bunun için bugün bile hala en ileri sosyalistler, komünistler, yerelciler, antifaşistler- devletsiz olunamayacağını, onsuz yaşanamayacağını düşünmekte, buna inanmaktadır. Lakin Bakunin bile devleti, “zorunlu, gerekli kötülük olarak” olumlamış ise orada durmak gerekir diye düşünüyorum. Böyle düşündükleri içindir ki verdikleri tüm mücadeleler bir devlet oluşumunu sağlamayı aşamamış ve halen de aşamamaktadır. Dikkat edelim, Marksist literatüre göre “devletin sönümlenmesi” gerekirken, dört dörtlük devlet yapılarını en çok oluşturanlar da reel sosyalistler olmuşlardır. Ve bu düşünce yapısı, belirttiğimiz gibi, halen varlığını çok güçlü bir şekilde korumaktadır.

Devletin çifte karakteri halen beyinleri uğraştırmaktadır. Bu karakterin iki özelliği temel önemdedir. Birincisi; açık olan zorbacı, baskıcı ve sert bir otorite aracı olarak devlet karakteridir. İkincisi; kamusal üretim düzeni olarak ifade edilen sağlık, eğitim, güvenlik, iç asayiş gibi insan yaşamını garantiye alan düzeneğidir. “Bu çifte niteliği devletin temel çelişkisi olarak insanları hep meşgul edecektir. Ne onunla olunur, ne olunmaz.” Dikkat edersek devletin bir zorba aygıtı olarak kabul edilmemesi, tahammül edilmemesi gereken en büyük bela iken, toplumların varlığını sağlama almak için de vazgeçilmezliğini herkese yedirmektedir. Bu, nasıl sağlanmış ve insanlara nasıl ‘yedirilmiştir’? Nasıl oldu da insanlığın başına bela, sömürgen, kan emici bir yapı bu kadar kabul görür hale getirildi? Kuşkusuz ki bu durumu en özlü olarak dile getiren, “Devlet adeta iyi bir yiyeceğin içine bir miktar uyuşturucu koyarak büyük çıkar aracına dönüştürülmüş bir kurum haline getirilmiştir,” ifadesidir. Peki, bu ifadedeki “bir miktar uyuşturucu” nedir? Bunu anlamak ve görmek için devletin ilk oluşum yani rüşeym haline gitmek bize önemli ipuçları verebilir.

 

“İlkel Demokrasi”

Yukarıda ifade ettik, tüm sosyal oluşumlar insan eliyle oluşturulmuş gerçeklerdir. Devletin de böyle bir oluşum olduğu kesindir. Sanki ezelden ebede uzanan bir gerçeklik gibi yansıtılmış olması, söylediklerimizi gerçek dışı kılmamaktadır; belki bir şeylerin ısrarla saklandığına, üstünün örtüldüğüne işaret edebilir.

Devlet ve hiyerarşik yapıların olmadığı çağları bugün iyi biliyoruz. Ana-tanrıça etrafında şekillenmiş olan Neolitik toplum değerlerinde devlet diye bir yapıya rastlamak mümkün görünmemektedir. Birilerinin birileri üstünde hâkimiyet sağladığı, hükmettiği, sömürdüğü de görülmemektedir. Maddi olarak böyle bir zemin de bulunmamaktadır. Toplum ancak ortaklaşa yaşarsa, birlikte tüm zorluklara karşı göğüs gererse yaşayabilme şansı bulabilmektedir. Bunun için esas olan “ben” değil, “biz” gerçekliğidir.

Bu “biz”in ise bizi demokratik bir kültüre götüreceği açıktır. Bu, bugün anladığımız gibi bir demokrasi olmasa bile, “ilkel demokrasi” olarak tanımlayabileceğimiz bir gerçekliktir.

“Demokrasinin prototipini doğal toplumdaki yararlı hiyerarşide görmek mümkündür. Birikime ve mülkiyete dayanmayan, topluluğun ortak güvenliğini, yönetimini sağlayan gerek ana-kadın gerek yaşlı-tecrübeli erkek, son derece gerekli ve yararlı temel öğelerdir. Topluluğun bu öğelere gönüllü saygınlığı yüksektir”; ancak, “bu durum istismar edilip gönüllü bağımlılık otoriteye, yararlılık çıkara dönüşünce, toplum üzerinde her zaman gereksiz zor aygıtı ortaya çıkmaktadır. Zor aygıtının kendini ortak güvenlik ve kolektif üretim yöntemleriyle gizlemesi, tüm sömürücü ve baskıcı sistemlerin özünü teşkil etmektedir. İcat edilen en uğursuz oluşum budur.”

Bu uğursuz oluşuma biz çok rahat bir şekilde devlet diyebiliriz. Bu uğursuz yapının büyük bir zihinsel çalışmayla açığa çıkarıldığı, yaratıldığı, egemen erkek aklının ürünü olduğu bugün daha iyi görünmekte ve anlaşılmaktadır. Yani Sümer rahipleri öyle başarılı bir çalışma yürütmüşler ki, aradan tam 5.000 yıl geçmesine rağmen, halen tüm insanlık kendisini bu beladan sıyıramamakta. Hatta insanlığın büyük bir kesimi ölümüne ona bağlı yaşayarak, onsuz olunamayacağına inanmakta ve adeta taparcasına biat etmektedir.

 

Rahibin İşlevi ve Ziggurat’ın İnşası

Sümer rahipleri, Ziggurat denilen tapınaklarında tarihi bir çalışmaya girişmeden önce, yaptıkları işin önemine uygun bir biçimde, öncelikli olarak çalışma zemini olarak üç katlı binalarını inşa etmişlerdir. Bu üç katlı yapılarında yürüttükleri zihin çalışmalarıyla o dönemin -ve halen bizlerin- zihinsel dünyasını etkilemesini bilmişlerdir. Bu tapınaklara ve bunların işlevlerine bakıldığında bu “zihinsel çalışma” daha iyi anlaşılmaktadır:

“Birinci işlev, en alt katta Zigguratların mülkiyetinde olan toprak çalışanlarıdır. Araç gereç yapımcıları da burada barınmaktadır. İkinci işlev, ikinci katta oturan rahipler tarafından yerine getirilen yönetim görevidir. Rahip büyüyen üretim işleri için hesaplamayı, çalışanları kolektif çalıştırmak için meşruiyeti (ikna gücünü) sağlamak durumundadır. Yani hem din hem dünya işlerini birlikte yönetmelidir. Üçüncü işlev, üçüncü kattaki tanrı varlıklarca (bir nevi ilk panteon örneği) yerine getirilmektedir. Manevi etkilemede, Ziggurat daha sonraki uygarlık toplumlarının adeta maketi gibidir. Bu, o denli ideal bir kuruluştur ki, bugün sayıları yüz binleri, nüfusları milyonları aşan kent toplumunu doğuran ana modeldir. Kent toplumunda kurumlaşan devlet tipi örgütlenmenin ana rahmidir. Ziggurat kendi zamanında da sadece kentin merkezi değil, kentin kendisidir. Kentler de üç ana bölmeye ayrılır. Meşruiyeti doğurma ve sağlama bölümü olan Mabet, şehir yöneticilerinin biraz daha geniş olan oturma bölümü ve en geniş kesim olan çalışanlar için oturma mahalleleri.”

Dünyamızın halen böyle olmadığını, böyle örgütlenmediğini, böyle yönlendirilip yürütülmediğini kim iddia edebilir? Burada yapılmış olanın, özü itibariyle insan zihnini manipüle etmek olduğu açıktır.

“Toplumun kimliği olan, gökyüzü düzeninin yeryüzü temsilcisi gibi kutsal bir anlama bürünen bu merkezler, daha sonraki tüm uygarlık tarihi boyunca geliştirilecek olan büyük tapınakların, meclislerin, iş merkezleri ve askeri karargâhların, eğitim ve kültür merkezlerinin prototipidir; devlet kurumlaşmasının ana rahmidir. Devlet denilen icat, yani Zigguratlar, o dönemin ideologları olan rahipler üzerinde yol açtığı görülmemiş verimlilikle, daha başlangıcında kutsal ilan edilecekler; hem de gökyüzünün yeryüzündeki temsilcisi kutsal düzen olarak insan zihnine egemen kılınacaklar ve en gelişkin otorite kaynağı durumuna yükseltileceklerdi.”

Bunu yaparken köle emeğini büyük bir örgütlülükle verimliliğe dönüştürdükleri tartışmasızdır. Maddi üretim dışı kalanların ise aynen bugün olduğu gibi daha sonra üst toplumun işleri olarak bellenecek olan din, sanat, yönetim gibi işleri yürütmeleri de o mekânda kurgulanmıştır. Bu tasarım sayesinde birileri ölümüne çalışmasına rağmen geçimini sağlayamazken birileri de bir tahmin yürütmeyle dünyanın mallarını ele geçirme imkânına kavuşmuştur. Bu mekanizmanın sağlıklı yürüyebilmesi için de tanrıların böyle buyurduğunu ya da böyle istediğini zihinlere yerleştirmek için bir sistem gerekmekteydi. Bunun için de rahiplere -bugün bunlara biz bilim insanı diyoruz- büyük işler düşüyordu. Rahipler ise bu görevlerini büyük bir başarıyla yerine getirdi. Belki de rahiplere düşen en büyük görevlerin başında bu yeni düzene herkesin tabii olmasını sağlamak geliyordu -ki, bu sağlandıktan sonra yeni sistem, inşa edilmiş sistem, artık kendisini tümden adım adım kurumlaştırabilir ve yeni bir paradigma temelinde var kılabilirdi. Nihayetinde olan da budur.

Bugün adına iktidarcı-devletçi toplum dediğimiz sürecin başlangıcında rahibin rolü belirleyici olurken, rahipler de bu rollerinin ciddiyetinin farkında olmuşlardır. Çünkü yeni bir sistemi tam bir mühendis ve mimar ustalığıyla inşa etmişlerdir. Ziggurat’ın etrafında bir kent kurmak, kompleks bir sistem ve aynı zamanda istikrar-düzen sağlanması için örgütleme demekti. Burada, ekonomiden toplumsal yaşamın güvenlik-yönetim işlerinin tanzimi gerçekleştirilmekteydi. Devasa tarım üretim merkezlerinde yoğun iş gücüne, sulama kanalları için de mühendislik bilgi ve tecrübesine ihtiyaç vardı. O nedenle toplumsal doğaya ters ilişki ve yapıların geliştirildiği bu mekân, adeta yeni bir toplum inşa eden mühendislik fakültesi gibiydi. Doğal olarak 5.000 yıl önce başlayan bu süreçte toplumsal ilişkilere hâkim olan eşitliğe, adalete ve komünal demokratik ilişkilere dayalı dokunun daha derin ve köklü olacağı anlaşılırdır. Bugün bile insanlar klanlarından kolay kolay kopmazken o zaman, yani 5 bin yıl önce bu nasıl sağlanacaktı? Kölelik yoktu, zoraki çalıştırma yoktu, devlet yoktu; hiyerarşi-işbölümü ve şehirler bildiğimiz, anladığımız manada sınıflaşmaya neden olmamıştı; klan-kabile-aşiret sisteminden kopuşlar daha başlangıç anında olduğu için tümüyle gerçekleşmemişti; çeşitli nedenlerle temel toplumsal formlardan kopuş olsa da bunlar devasa devletçi bir inşayı gerçekleştirmeye, hele hele yeni bir paradigma temelinde bir oluşumu sağlamaya hiç yetmemekteydi. O nedenle rahip bu “tarihi inşa görevine”, önce Tanrı’yı inşa ederek başlamıştır. Çünkü devletçi toplum paradigması topluma rıza yoluyla benimsetilmek zorundadır. Yani zor güçleri ve aygıtlarından önce zihniyet inşa edilmeye başlanmıştır. Sadece zora dayalı bir biçimde başarı elde etmek neredeyse imkansızdır ve eğer bu başarılmazsa sistem yürümeyecek ve yeni hamle yapmak isteyen bu zihniyet çöküp gidecektir.

Rahip ve Ziggurat’ın inşası işte budur; “Ziggurat sadece kenti, bol üretimi ve yeni toplumu değil; tanrıyla birlikte tüm kavramlar dünyasını, hesabı, büyüyü, bilimi, sanatı, aileyi, hatta ilk değiş tokuşu da yeniden planlamak, projeye bağlamak ve inşa etmek durumundadır. Rahip; ilk toplum mühendisidir, ilk mimardır, ilk peygamber taslağıdır, ilk ekonomisttir, ilk işletmecidir, ilk işçi başıdır, ilk kraldır.”

Ziggurat bunun için bir nevi sınıflı-devletli toplumların, yani uygarlığın bir maketidir; bugünkü kentleri doğuran modeldir ve devlet tipi örgütlemenin de doğduğu mekandır. Aslında Ziggurat, kentin ve devletin kendisidir. Çünkü bir toplum mühendisi ve atölye olarak toplumu planlamakta, inşa etmekte ve bizatihi yürütmektedir. “Tanrının temsilcileri” olarak sayıları giderek artacak ve sorumlulukları da çoğalacaktır; giderek kentin yönetici sınıfı olacak olan ilk hiyerarşik yapısını oluşturacaklardır. İşleri alt kattakilere yaptırtarak kendileri daha ciddi işlerle -bilimle, dinle- uğraşacaklardır. Yazı, matematik hep böylelerinin işi olacaktır. Daha üst kattakinin meşruiyetine ise kesinlikle gölge düşürmeyecektir.

 

Çağımızın Ziggurat’ı Olarak Ulus-Devlet

Özcesi; milyonlarca yıllık insanlık tarihi yeni bir oluşumla karşı karşıyadır. Büyük bir zihniyet çalışmasıyla yeni toplum şekillendirilmektedir. Toplumun büyük bir kesimi tebaa haline adım adım getirilirken çok az sayıda bir yönetici zümre de bunları yürütmektedir. İlk başlangıçta bir nevi ikna ve gönüllülüğe dayanan bu durum, bilincin oluşumuyla bu örgütlendirilmiş yapıların aracılığıyla zora dönüşürken, bu da insanlığın büyük çoğunluğu için kan revan altında bir yaşam olarak belirmiştir.

Unutmayalım ki, “Kapitalist dönem de dâhil, hiçbir sınıflı toplumda özel veya kolektif mülk sahiplerinin özgür emekçileri olamaz. Baskı ve meşruiyetle kullaştırılmayan hiçbir insan, başkalarının mülkünde özgürce çalışmaz!” Kullaştırmayı sağlayanın ise daha sonraki yıllarda hep devlet adındaki kurum olduğunu asla unutmamalıyız. Bunun için şunu rahatça belirtebiliriz: “Baskı ve zor aracı olarak devlet, ne zorunlu bir ilerleme aracı ne de zorunlu bir kötülüktür. Baştan beri bela, gereksiz, hiç zorunlu olmayan, giderek tam bir soyguncu çeteye dönüşen bir araçtır. Bu yönüyle devletin doğduğu ilk günden itibaren kesilip atılması, teşhir ve tecrit edilmesi gereken toplumsal bir ur olarak değerlendirilmesi en doğru tanımdır. […] Tahakküm aracı olarak devlet geleneği gerçekten Leviathan benzetmesinden de anlaşılacağı gibi kana, sömürüye doymayan bir canavardır. Her hücresi kanla beslenen bir varlıktır. Bu canavar, kendine sahip gibi görünen kişiler de dâhil, en değerli varlıklarını gözünü kırpmadan imha etmekte, kurban vermekte, toplumun tüm ahlaki geleneklerini silindir gibi ezip geçmekte tereddüt uyandırmamaktadır. […]Zihniyetin doğaya yabancılaşması, akla hayale sığmayan sınıflaştırmalar, özel birçok örgütler, askeri kurumlaşma hep bu zor aygıtının icatlarıdır. Çalışmayı tamamen hor gören, ganimet ve talanı yücelten bir kültürden tutalım, sürekli istediklerini yapmayı emreden bir tanrı anlayışından, sahte cennet ve cehennem ütopyalarına kadar uzanan bir parazitler dünyası, en yüce sultan, kayser, şah, raca, imparatorlar olarak tanrı katına yüceltilmişlerdir.”

Bunun, yani devletin böyle olduğunu en çok da 1800 yılından sonra özenle geliştirilen ulus-devlet modelinde görüyoruz. Ulus-devlet amacına ulaşabilmek için -ki amacı tekçi ve aynı yapıları kurmak, korumaktır- bunu ancak ve ancak zor ve baskı gücüyle, “iktidarla tüm uzuvları testereyle eşitlenmiş organları gibi yapay ve şiddet yüklü sahte eşit (sözde hukuken) yurttaş inşa” etmesinde görürüz.

Sözü uzatmadan söyleyeceklerimizi sonuçlandıracak olursak eğer, “uygarlığın alacakaranlığında” devletin nasıl bir rol oynadığını şöyle ifade edebiliriz: “Devlet sadece bin bir maskeli zorba erkeksi gücü temsil etmiyor; sürekli pudralanan çekici fahişe maskeleriyle de baştan çıkarmadığı bir tanrı kulunu bırakmamak kadar, çift cinsiyetli gayri meşru bir yaratık olduğunu da ortaya koymuş oluyor. O sadece burjuvazinin değil, proletaryanın da oldukça sevdalandığı çift cinsiyetli gayri meşru aşkı oluyor.”

 

 

 

 

 

 

Kaynakça ve Dipnot
  • Öcalan, Abdullah. (2012). Kürdistan Devrim Manifestosu: Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü. Ararat Yayınları: Diyarbakır.
  • Öcalan, Abdullah. (2009). Demokratik Uygarlık Manifestosu. (I.-II.-III. Cilt.) Aram Yayınları: İstanbul

 

 

 

 

Bunları da beğenebilirsin

Yoruma kapalı.